5 Haziran 2009 Cuma

KUR'ANveSÜNNETTE TEVHİDALLAH'IN TÜM SIFATLARI




KUR'AN VE SÜNNETTE TEVHİD



ALEVi ALiMLERDEN



Allame Muhammed Hüseyin Tabatabai











A- Genel kavramlar hakkında derinleşen hiçbir araştırmacı şüphe
etmez ki, tevhit meselesi bu tür meselelerin en derin boyutlusu,
tasavvur ve idrak edilmesi en zor olanı ve en karmaşığıdır. Çünkü
tevhit meselesi, zihinlerin algıladığı sıradan genel meselelerden,
vicdanların aşina olduğu, kalplerin yabancısı olmadığı gündem
tartışma konularından daha üst düzeydedir.
Akıllar bu nitelikte bir meseleyi idrak edip onaylama konusunda
farklılık gösterirler.

Çünkü düşünce çeşitliliği insanın fıtratından
kaynaklanır. Sebebine gelince vücut yapısı bakımından
farklı oldukları için bu durum idrak organlarının işleyişlerinin farklılığına
yol açar. Bu da kavrama ve düşünme yeteneklerini etkiler.

Yani kimi insan keskin zekâlı, kimi aptal olur. Kimi iyi kavrayışlı,
kimi kötü kavrayışlı olur. Kiminin düşüncesi isabetli ve tutarlı, kiminin
düşüncesi eğri ve sapık olur.
Bunların hepsi şüphe edilmez gerçeklerdir. Kur'ân'ın çeşitli
ayetlerinde bu farklılık vurgulanmaktadır. Şu ayetlerde olduğu gibi:


"Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak aklı başında


kimseler öğüt alır." (Zümer, 9)


"Zikrimizden (bizi anmaktan veya
bizim hatırlatmamızdan -Kur'an'dan-) yüz çevirip dünya hayatından
başka bir şey is-temeyenlerden yüz çevir. Bu, onların bilgilerinin


ereceği son noktadır." (Necm, 30)


"Ne olmuş bu adamlara,


nerdeyse hiçbir sözü anlamıyorlar." (Nisâ, 78) İncelemekte olduğumuz
ayetler arasında bulunan Mâide suresinin yetmiş beşinci
ayetinin şu son bölümü de bunun delillerinden biridir: "Bak biz onlara


ayetleri nasıl açık açık anlatıyoruz ve sonra bak, onlar (bu
ayetlerden) nasıl çevriliyorlar?" (Mâide, 75)
Bu farklılığın en somut örneklerinden biri, yüce Allah'ın birliğini
kavrama tarzlarında görülen anlayış farklılığıdır. Çünkü yüce Allah'ın
varlığını değerlendirme konusunda insanlar arasında büyük
bir farklılık ve geniş çaplı iniş-çıkışlar vardır. Oysa insan fıtratı, gizli
ilhamı ve ince işareti ile Allah'ın varlığına dair bütün insanlara ortak
anlayış telkin etmektedir.

Bu konuda bazı insan fertlerinin düşüncesi o kadar alçalmış
ki, edindikleri putları, ağaçtan, taştan, hatta davar sidiği ile yoğrulmuş
çamurdan yapılmış heykelleri Allah'a ortak ve denk koşmuşlar.
Bunlara Allah'a kulluk eder gibi tapıyorlar. Allah'tan bir
şey diler gibi onlardan dilekte bulunuyorlar. Allah'a boyun eğer gibi
onlara boyun eğiyorlar. Hatta bu insan burada bile durmamış,
putları yüce Allah'tan üstün saymış, Allah'ı bırakarak onlara yönelmiş,
Allah'tan değil de putlardan medet ummuş.
Bu tür insan Allah'ın varlığını tıpkı kendi eli ile yaptığı veya
kendisi gibi bir insanın yaptığı putların varlığı gibi görmektedir. Bu
nedenle, bunlar taptıkları putların her biri için varit gördükleri birlik
kavramının aynısını yüce Allah hakkında da geçerli sayıyorlardı.
Bu birlik, sayıları oluşturan sayısal birliktir. Şu ayette buyrulduğu
gibi: "On-lar, aralarından bir uyarıcı gelmesine şaşırdılar. İnkârcılar,


'Bu, yalancı bir büyücüdür.' Tanrıları tek tanrı mı yaptı? Bu
cidden şaşılacak bir şeydir.' dediler." (Sâd, 6)
Bu anlayıştaki kimseler, Kur'ân'ın tevhit çağrısını sayısal çokluğun
karşıtı olan sayısal birlik çağrısı olarak telakki ediyorlardı.
Şu ayetlerde buyrulduğu gibi: "İlâhınız tek bir ilâhtır, O'ndan başka


ilâh yoktur." (Bakara, 163) "O diridir, O'ndan başka ilâh yoktur.


O hâlde dini yalnız O'na has kılarak O'na yalvarın." (Mü'min, 65)
Kur'ân'da bunlar gibi, çok sayıda ilâhları reddeden ve tek Allah'a
yönelmeye çağıran daha birçok ayet vardır. "Bizim ilâhımız da, sizin


ilâhınız da birdir." (Ankebût, 46) ayeti gibi birçok ayet de, Tanrı'-
ya tapmakta ayrılığa düşmeyi reddetmeye çağırıyor. Çünkü her
ümmet, her toplum, hatta her kabile sadece kendine ait bir tanrı,
bir ilâh ediniyor ve başkalarının ilâhına boyun eğmiyordu.
Kur'ân yüce mesajında yüce Tanrı'nın sayısal birliğini reddeder.
Çünkü bu tür bir birlik ancak, bu biri öbür birden ayrılmaya
zorlayan sınırlılık ve ölçülülükle gerçekleşir. Bunun örneği bir havuzdaki
sudur. Bu suyu çok sayıdaki kaba bölüştürdüğümüz zaman
her kaptaki su diğer kaptaki sudan ayrı "bir su"dur. Her kaptaki
suyun öbür kaptaki sudan ayrı "bir su" olması, öbür kaptaki

suyun beriki kaptaki sudan ayrı olması, onunla bir arada olmaması
yüzündendir. Tıpkı bunun gibi, şu insanın "bir insan" olması, öbür
insanın sahip olduğu varlığa, varlıksal özelliklere sahip olmamasından
ileri gelir. Eğer böyle olmasaydı, hem bu insana, hem
de şu insana ıtlak edilen insanlık unvanının sayısal anlamda bir
veya çok olması mümkün olmazdı.
Buna göre sayısal biri, bir olmaya zorlayan faktör, varoluşun
mahdudiyeti, sınırlılığıdır. Sonra bazı yönlerden bu birliğin ortadan
kalkması ile, meselâ bir tür toplanmaya ve bir araya gelme niteliğinin
belirmesi ile sayısal çokluk oluşur.
Yüce Allah, Kur'ân öğretisinde vurgulandığı üzere makhur olmayan
bir kahır ve hiçbir şeyin yenemeyeceği bir galip olduğu için,
O'nun hakkında sayısal anlamda birlik veya yine sayısal anlamda
çokluk tasavvur edilemez. Şu ayetlerde buyrulduğu gibi: "O, birdir,


her şeye boyun eğdirendir." (Ra'd, 16) "Çok sayıda ilâh mı, yoksa


her şeye boyun eğdiren bir Allah mı daha iyidir?

Allah'ı bırakarak
taptığınız şeyler, sizin veya atalarınızın taktığı birtakım (boş, içeriksiz)
adlardan başka bir şey değildir." (Yûsuf, 40) "Her şeye boyun


eğdiren tek bir Allah'tan başka ilâh yoktur." (Sâd, 65) "Eğer Allah


evlât edinmek isteseydi, yarattıklarından istediğini seçerdi. O
(böyle bir şeyden) münezzehtir.
O her şeye boyun eğdiren bir Allah'tır."(Zümer, 4)

Görüldüğü gibi bu ayetlerin akışı, çoklukla bağlantılı ve birliğin
karşıtı olan her birliği reddeder. Bu birlik, ister sayısal birlik olsun.
Herhangi bir türün bir tek ferdi gibi ki, eğer yanı başında bir başka
ferdin de varlığı farz edilse iki olurlar. Bu fert, "bu, o değildir." diyebildiğimiz
ve bunun yanı başında farz ettiğimiz öteki ferdin çizdiği
sınırla sınırlandırılmış, bu sınıra boyun eğmiş "bir fert"tir. İsterse
türsel, cinsel veya aynı cinsten bir çoklukla bağlantılı başka
bir genel birlik olsun. İnsan türü gibi ki, kendinden ve at, sığır ve
davar gibi türlerden oluşan bir çok tür içinde "bir tür"dür. Bu tür,
benzerlerinden oluşan diğer türlerin çizdiği sınıra boyun eğmiş bir
türdür.

Yüce Allah ise zatında, sıfatında ve fiilinde asla ve asla hiçbir
şeyin baskısı, galebesi altında değildir. Tersine, her şeyin üstünde
kahır olan, her şeye boyun eğdiren O'dur. Dolayısıyla O, kendisi ile
ilgili hiç bir şeyde mahdut ve sınırlandırılmış değildir. O, üzerine
yokluk gölgesi düşmeyen bir varlıktır; O batıla maruz kalmayan bir
haktır; ölüme bulaşmayan bir diridir; cahilliğin sızmasına uğramayan
bir bilendir; âcizliğe yenik düşmeyen bir güçlüdür; hiçbir yönü
başkasının mülkiyeti altında olmayan bir malik ve bir egemendir;
zilletle hiç ilgisi olmayan bir azizdir. O her yönüyle işte böyledir.
Böylece O, her türlü kemâlin katıksızına sahiptir. Eğer bu
Kur'ân gerçeğini daha iyi anlamak istiyorsan biri sınırlı ve öbürü
sonsuz olan iki şey düşün. Sonsuz olanın sınırlı olanı çepeçevre
kuşatmış olduğunu, sınırlı olanın sonsuz olanı var sayılan hiçbir
kemâlinden alıkoymadığını, tersine sonsuz olanın tamamen sınırlıya
egemen olduğunu, sınırlının her yönüyle sonsuzun
hegomanyası altında bulunduğunu ve kemâl rükünlerinin hiçbirinde
onu kaybetmediğini, sonsuz olanın kendi kendine ayakta
durduğunu, sınırlı olanı gözetim ve denetim altında tuttuğunu ve
her yönüyle onu kuşatmış olduğunu görürsün.
Bu iki hususu düşündükten sonra da bu bilginin ışığında şu
ayetin anlamını kavramaya çalış: "Rabbinin her şey üzerinde şahit


olduğu (her şeyi gözlem altında bulundurduğu) gerçeği onlar
için yeterli değil mi? Haberiniz olsun ki, onlar Rableri ile buluşa
caklarından kuşkudadırlar. Haberiniz olsun ki, O her şeyi kuşatmıştır."
(Fussilet, 54)
Hasır (kesin aidiyet) içerikli veya bu anlama işaret eden ve yüce
Allah'ın sıfatlarını bildiren ayetlerin bütünü bu anlama delâlet
eder. Şu ayetlerde olduğu gibi: "O kendisinden başka ilâh olmayan


Allah'tır. En güzel isimler O'nundur." (Tâhâ, 8) "(O gün...) Allah-


'ın apaçık gerçek olduğunu bileceklerdir." (Nûr, 25) "O diridir, O'ndan


başka ilâh yoktur." (Mü'min, 65) "O her şeyi bilen ve her şeye


gücü yetendir." (Rûm, 54) "Güç bütünü ile Allah'a mahsustur." (Bakara,

165) "Mülk ve hamd ona mahsustur." (Teğâbun, 1) "İzzet bütünü


ile Allah'a mahsustur." (Yûnus, 65) "Hak (gerçek), Rabbinden


gelendir." (Bakara, 147) "Siz Allah'a muhtaçsınız, Allah'ın ise hiçbir


şeye ihtiyacı yoktur." (Fâtır, 15) Kur'ân'da bu anlamı ifade eden
başka ayetler de vardır.
Görüldüğü gibi bu ayetler, düşünülebilecek her kemâl sıfatının
asaleten yüce Allah'a mahsus olduğunu yüksek sesle haykırıyorlar.
O'-nun dışındakilerinin ise O'nun verdiğinden başka bir şeyleri
yoktur. Fakat biz yaratıkların başkalarına verdiklerimizden ayrı
düştüğümüz gibi O, verdiğinden ayrı düşmez, verdiğini kaybetmez.
Kemâlden nasip almış ve Allah'ın karşısında O'nun ikincisi ve
ortağı olarak farz ettiğimiz her varlığın kemâl namına sahip olduğu
her şey aslında sırf Allah'ındır. O, her şeyin maliki olan haktır.
O'nun dışındakiler ise kendinden hiçbir şeye malik olmayan batıllardır.
Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "O sözde ilâhlar kendileri


için ne bir zarara ve ne de bir yarara maliktirler. Ne ölüme
maliktirler, ne hayata ve ne de yeniden diriltmeye." (Furkan, 3)

İşte sayısal birliği yüce Allah'tan nefyeden, uzaklaştıran anlam
budur. Çünkü eğer Allah sayısal anlamda bir olsaydı, yani zatı ile
diğer varlıkları kuşatmayan, sınırlı bir varlık olsaydı, aklın onun gibi
ikinci bir varlığı farz etmesi mümkün olurdu. İster farz edilen bu
ikinci varlığın dış dünyada gerçekleşmesi mümkün olsun, ister
olmasın, değişen bir şey olmaz. Yine bu sınırlı varlığın, dış dünyada
imkânsız olduğu farz edilse bile, kendiliğinde çokluk ile nitelenmesi
mümkün olurdu. Oysa böyle şeyler mümkün değildir.
Yüce Allah birdir, şu anlamda: O öyle bir varlıktır ki, hiçbir sınır-
la sınırlı değildir ki bu sınırın ötesinde O'nun bir ikincisi farz edi
lebilsin. Şu surenin anlamı işte budur: "De ki: O Allah birdir


(ehad). Allah sameddir. Doğurmamış ve doğrulmamıştır. Hiçbir
kimse O'nun dengi değildir." (İhlâs Sûresi)
"Ehad=bir" kelimesi, mukabilinde sayı farz etme imkânını ortadan
kaldıran bir anlam taşır. Meselâ, "Mâ câenî ehadun=bana
hiç kimse gelmedi" dendiğinde bu sözle bir, iki ve çok kişinin gelmesi
reddedilmiş olur. Yüce Allah, "Eğer müşriklerden biri sana


sığınırsa..." (Tev-be, 6) buyuruyor. Bu ifade bir kişiyi, iki kişiyi ve daha
çok kişiyi kapsamına alır, hiçbir sayıyı kapsam dışı bırakmaz.

Yine yüce Allah, "Ve-ya içinizden biri heladan gelmiş ise..." (Nisâ,
43) buyuruyor. Bu ifade de bir ve birden çok kişiyi kapsamına alır,
hiçbir sayıyı dışarıda bırakmaz.


"O Allah birdir." ayetinde "ehad=bir" kelimesinin olumsuzluk
içermeksizin, izafetle veya sıfatla kayıtlandırılmaksızın kullanılması
şu anlamı ifade eder: Yüce Allah'ın varlığı öyle bir varlıktır ki
O'nun herhangi bir şekilde, bir veya birden çok benzerini farz etmek
mümkün değildir. Böyle bir şeyin dış âlemdeki imkânsızlığının
yanı sıra sağlıklı bir farzı dahi mümkün değildir.
Bundan dolayı yüce Allah (İhlâs suresinde) bu "bir"i ilkin "samed"
olmakla niteliyor. Yani O'nun olmadığı bir boşluk, O'nun bulunmadığı
bir yer yoktur. İkinci olarak "doğurmamışlık"la, üçüncü
olarak "doğurulmamışlık"la ve dördüncü olarak da "hiçbir dengi
bulun-mamak"la niteliyor. Çünkü bütün bu sıfatlar, bir tür sınırlılığı
ve yoksunluğu gerektirir.
İşte başkalarının nitelemelerinin yüce Allah ile tam örtüşmemesi-
nin sırrı budur. Şu ayetlerde buyrulduğu gibi: "Allah onların


taktıkları sıfatlardan münezzehtir. Allah'ın halis kılınmış kulları
bunun dışındadır." (Sâffât, 160) "İnsanların bilgisi O'nu


kuşatamaz." (Tâhâ, 110) Çünkü bizim Allah'a taktığımız sıfatlar, sınırlı
kavramlardır. Oysa yüce Allah sınırdan ve kayıttan münezzehtir.
Peygamberimizin şu meşhur sözünde kastettiği incelik de budur:
"Ben senin için hiçbir övgü sayıp dökemem. Sen kendini övdüğün
gibisin."

Bu anlamdaki birlik, Hıristiyanların teslis dogmasını reddeder.
Onlar, üç unsurlu ilâh anlayışlarına rağmen Allah'ın birliğine inanırlar.
Fakat onların birlikten anladıkları şey sayısal birliktir. Bu anlayış

ise, bir başka yönden çokluğu reddetmez. Onlar şöyle
diyorlar: "Uknumlar, yani 'baba, oğul ve Ruh'ul-Kudüs', başka bir
deyişle 'Zat, İlim ve Hayat' üç olduğu gibi aynı zamanda birdir.
Tıpkı 'diri, bilgili insan' gibi. Burada 'diri, bilgili insan' diye bir şeyden
söz edildiği hâlde, aynı zamanda 'insan, dirilik ve bilgi' diye üç
şeyden de söz ediliyor.
Fakat Kur'ân'ın öğretisi bunu reddeder. Çünkü Kur'anın öğretisi,
Allah'ın zatı ve sıfatları ile ilgili olarak hiçbir şekilde çokluk ve
bölünme varsayımı ile bağdaşmayan bir bilgiyi öngörür. Bu alanda
varsayılan her şey diğerinin aynısıdır. Çünkü sınırlama yoktur. Buna
göre yüce Allah'ın zatı sıfatlarının aynısıdır. Yüce Allah, ortak
koşanların koştukları ortaklardan ve insanların taktıkları, yakıştırdıkları
sıfatlardan münezzehtir.
Bundan dolayı yüce Allah'ı kahharlıkla (her şeye boyun eğdiren
üstün irade ve güç sahibi olmakla) niteleyen ayetlerin, önce
birlik sıfatını vurguladıktan sonra O'nu kahharlıkla niteledikleri görülür.
Maksat, O'nun birliğinin hiçbir anlamda bir ikincisinin veya
benzerinin farz edilmesine imkân tanımadığını vurgulamaktır. Nerede
kaldı ki, bu ikinci ve benzer dış âlemde varolabilsin ve gerçekliğe,
subuta kavuşabilsin.

Şu ayette görüldüğü gibi: "Çok sayıda


ilâh mı, yoksa her şeye boyun eğdiren (kahhar) bir Allah mı
daha iyidir? Allah'ı bırakarak taptığınız şeyler, sizin veya atalarınızın
taktığı birtakım (boş, içeriksiz) adlardan başka bir şey değildir."
(Yûsuf, 40)
Allah'ın varsayılan her ortağı kahredici, ortalıktan kaldırıcı bir
birlikle nitelenmesi, kendi dışındaki bütün sözde ilâhlara boş birer
isimden başka bir şey bırakmıyor. Yine şu ayetlerde olduğu gibi:


"Yoksa onların Allah'a koştukları ortaklar tıpkı Allah gibi (birtakım
yaratıklar) yarattılar da onlar bu iki yaratma eylemini birbirinden
ayırt edemediler mi? De ki: Her şeyin yaratıcısı Allah'tır. O


birdir, her şeye boyun eğdiren (kahhar)dir." (Ra'd, 16)
"Bugün mülk
kimindir? Sadece her şeye boyun eğdiren (kahhar) bir Allah'ındır."
(Mü'min, 16)
Çünkü yüce Allah'ın mutlak mülkü, kendi dışında farz edilecek
herhangi bir yaratığın malik olmasına imkân tanımaz. Tersine o
varlığın kendisi ve mülkü, birlikte Allah'ın mülkiyetindedir. Veya şu
ayetlerde görüldüğü gibi: "Her şeye boyun eğdiren bir Allah'tan


başka hiçbir ilâh yoktur." (Sâd, 65)


"Eğer Allah evlât edinmek isteseydi,
yarattıklarından istediğini seçerdi. O (böyle bir şeyden)


münezzehtir. O her şeye boyun eğdiren bir Allah'tır." (Zümer, 4) Görüldüğü
gibi bu ayetlerin hepsinde kahharlık sıfatı, birlik sıfatının
ardıca gelmiştir.
et-Tevhid ve el-Hisal adlı eserlerinde müellif kendi rivayet zinciriyle
Mıkdam b. Şureyh b. Hanî'den, o da babasından şöyle nakleder:
"Cemel olayı günü bir bedevî ayağa kalkarak Hz. Ali'ye, 'Ey
Emir'ül-Mü'minin! Allah birdir mi, diyorsun?' diye sordu. Bu soru
üzerine halk bedevîye yüklenerek, 'Ey bedevî, Emir'ül-Mü'minin'in
şu günlerde ne sıkıntılar içinde olduğunu görmüyor musun?' dediler.
Bunun üzerine Hz. Ali, 'Bırakın adamı! Bu bedevînin istediği,
bizim karşımızdakilerden istediğimizin aynısıdır.' dedikten sonra
sözlerine şöyle devam etti:

"Ey bedevî, 'Allah birdir' sözü dört anlamda söylenebilir. Bu anlamların
ikisi Allah hakkında caiz değildir, diğer ikisi O'nun hakkında
sabittir. Allah hakkında caiz olmayan anlamlarının biri, sayısal
anlamda 'Allah birdir' demektir. Bu caiz değildir. Çünkü ikincisi
olmayan bir varlık sayı kapsamına girmez. "Allah üçün üçüncüsüdür."


diyenlerin kâfir olduklarını görmüyor musunuz? Cinse
bağlı bir türü kastederek, 'O, bir insandır' dendiği gibi demek de
caiz değildir. Çünkü bu bir benzetme olur ve yüce Allah bundan
münezzehtir."
"O'nun hakkında caiz olan diğer iki anlama gelince; birincisi 'O
birdir, şeyler içinde onun benzeri yoktur' demektir. Rabbimiz böyledir.
İkincisi ise, 'Allah tek bir gerçektir' deyip bu sözden O'nun ne
dış âlemde, ne akılda ve ne hayalde bölünmeyi kabul etmediğini
kastetmektedir ki, yüce Rabbimiz böyledir." [et-Tevhid, s.83, h:3. el-
Hisal, c1, s.2, h:1]
Ben derim ki: Bu rivayeti, el-Meanî adlı eserde de müellif, başka
bir rivayet zinciri ile Ebu Mıkdam b. Şurayh b. Hanî'den, o da
babasından, o da Hz. Ali'den nakletmiştir. [s.5, h:2]

Nehc'ül-Belâğa'da1 şöyle geçer: "Dinin başlangıcı O'nu (Allah'ı)
tanımaktır. O'nu tanımanın kemâli, O'nu doğrulamaktır. O'nu
doğrula-manın kemâli, O'nu birlemektir. O'nu birlemenin kemâli,
sırf O'na yönelmektir (ihlâs). Sırf O'na yönelmenin (ihlâsın) kemâli,
sıfatları O'n-dan nefyetmektir. Çünkü her sıfat, mevsuftan başka
olduğunun tanığı, her mevsuf da sıfattan ayrı olduğunun şahididir.
Bu nedenle, Allah'ı vasfeden, O'nu (o sıfata) yanaşık kılmış olur.
O'nu yanaşık kılan, O'nu ikilemiş olur. O'nu ikileyen, O'nu parçalara
bölmüş olur. O'nu parçalara bölen, O'nu tanımamış olur. O'nu
tanımayan, O'na işaret etmiş olur. O'na işaret eden, O'nu sınırlamış
olur. O'nu sınırlayan, O'nu sayıya sokmuş olur..."2
Ben derim ki: Bu beyan, tevhit hakkında eşi-benzeri görülmemiş
en güzel açıklamadır. Açıklamanın birinci bölümünün özü şudur:
Allah'ı tanımanın kemâl yönündeki son aşaması, sıfatları
O'ndan nefyetmektir.

Birinci bölüme bina edilen ikinci bölümün,
yani "Bu nedenle, Allah'ı vasfeden, O'nu (o sıfata) yanaşık kılmış
olur." ifadesinden sona kadar olan bölümün özü ise şudur: Yüce
Allah'a birtakım sıfatlar ispat etmek, O'nun hakkında mümkün
olmayan sınırlamaya bağlı sayısal birliği ispat etmeyi gerektirir.
Bu iki mukaddimeden çıkan sonuç ise şudur: Allah'ı tanımanın
kemâli, sayısal birliği O'ndan nefyedip, başka bir anlamdaki birliği
O'nun hakkında ispat etmektir. Hz. Ali'nin (a.s) bu açıklamadan
maksadı da işte bu anlamdaki birliği (tevhidi) ispat etmektir.
Sıfatları O'ndan nefyetmek konusuna gelince; Hz. Ali (a.s),
"Dinin başlangıcı O'nu tanımaktır." şeklindeki sözüyle bunu açıklamıştır.
Çünkü açıktır ki, Allah'ı hiçbir şekilde tanımayan, daha
din alanına girmemiştir. Tanıma, bazen tanımayla bağlantılı bir
amelle ve tanımanın gereklerini yerine getirmekle birlikte olur,
bazen de herhangi bir amelle birlikte olmaz. Bilindiği gibi amellerle
arasında bir tür bağlantı bulunan bilgi, ancak onun amelî gerekleri
yerine getirilirse, insanın özbenliğinde sabit ve kalıcı olur.

Aksi
takdirde, karşıt amelleri yapmakla bilgi zayıflamaya yüz tutarak
silinip gider ya da hiçbir etkisi olmayan faydasız bir şeye dönüşür.
1- [Buradan s.137'deki "Tarihî Bir İnceleme" başlığına kadar olan bölümün
tercümesi Seyyid Seccad Karakuş tarafından yapılmıştır.]
2- [Nehc'ül-Belâğa, 1. hutbenin başları]
Hz. Ali (a.s) Nehc'ül-Belâğa'da da aktarılan bir sözünde bu konuda
şöyle buyurur: "Bilgi amelle yan yanadır. Bilen amel eder. Bilgi,
amele çağırır. Bilgi sahibi, bu çağrıya kulak verirse, (bilgi onda kalır)
aksi takdirde ondan ayrılıp gider."1
Bir şeye yönelik bilgi ve tanıma, ancak bilen ve tanıyan şahsın
bilinen ve tanınan şeye samimiyetle bağlanması ve bunu içine ve
dışına, gönlüne ve davranışlarına yansıtmasıyla, yani ruhen ve
cismen onun karşısında eğilmesiyle kâmil olur. İnsanın içine ve
dışına yayılan bu eğilmeye iman denir. Hz. Ali (a.s), "O'nu tanımanın
kemâli, O'nu doğrulamaktır." sözüyle bu anlamı kastediyor.

Her ne kadar "O'nu doğrulamak" olarak adlandırılan bu eğilme
(huzu), putperestlerin hem Allah, hem de diğer ilâhlarının karşısında
eğildikleri gibi, karşısında eğilen Rabbe ortak koşmakla
da mümkünse de, ancak açıktır ki, başkalarından yüz çevirmedikçe
bu eğilme tam ve eksiksiz bir eğilme sayılamaz. Dolayısıyla ilâhlardan
biri karşısında eğilme, diğerlerinden yüz çevirme ve onlara
bir tür baş kaldırma anlamını taşır. Böylece Allah'ı doğrulamak
ve makamı karşısında eğilmek, ancak çok sayıda ilâhlar inancından
vazgeçip onlara tapmaktan kaçınmakla kâmil olur.
"O'nu doğrulamanın kemâli, O'nu birlemektir" sözü, bunu anlatmak
istiyor.
Birlemenin (tevhidin) de biri diğerinin üstünde çeşitli aşamaları
vardır. En üst ve kâmil aşaması, tek ilâha, ilâhlık hakkını eksiksiz
teslim etmekle gerçekleşir. Bunun için insanın O'nu "tek ilâh"
olarak adlandırması yetmez. Varlık ve kemâl adına sahip olduğu -
yaratma, rızk verme, diriltme, öldürme, verme, engelleme gibi- her
şeyi bütünüyle O'na izafe etmesi gerekir. Bunun yanında eğilme
ve tapmayı da O'na hasretmesi, O'na özgülemesi, başkası karşısında
hiçbir veçhile eğilme-mesi gerekir.

Hatta ancak O'nun rahmetini
ummalı, ancak O'nun gazabından korkmalı, ancak O'nun
katındakinde göz dikmeli ve ancak O-nun kapısına yönelmelidir.
Başka bir ifadeyle, ilim ve amelde, bilgi ve davranışta sırf O'na
yönelmelidir (ihlâs). "Birlemenin kemâli, sırf ona yönelmektir." ifadesinin
anlamı budur.
1- [Nehc'ül-Belâğa, Kısa Sözler: 366]
İnsan sırf Allah'a yönelerek ihlâs makamına erişip Allah'ın
yardımıyla Allah'ın dostları arasına girdiği zaman, O'nu hakkıyla
tanımaktan, büyüklüğü ve yüceliğine yaraşan bir sıfatla nitelemekten
âciz olduğunu anlar. Hatta bazen yüce Allah'a yakıştırdığı
sıfatların, karşılaştığı yapılmış ve yaratılmış şeylerden algıladığı
anlamlar ve gözlemlediği mümkün varlıkların analizinden ulaştığı
kavramlar olduğunu görür. Oysa bu yolla algılanan anlamlar, birtakım
sınırlı ve kayıtlı kavramlardır ki, birbirini iter, birbiriyle karışma
ve birleşmeyi kabul etmezler. Örnek olarak varlık, ilim, kudret,
hayat, rızk, izzet, gına vs. kavramlarına bakabilirsiniz.

Sınırlı kavramların birbirlerini itmesinin nedeni, her kavramın
öteki kavramdan boşaltılmış olması, öteki kavramı içermemesidir.
İlim kavramı ile kudret kavramını ele alırsak, göreceğiz ki, ilmin
anlamını tasavvur ettiğimiz zaman kudret anlamını içermeyen
bir anlamı tasavvur ediyoruz. İlmin ifade ettiği anlamda kudretin
anlamını bulamıyoruz. Aynı şekilde bir sıfat olarak ilmin anlamını
tasavvur ettiğimizde göreceğiz ki, onu, ilim sıfatına sahip
olan zatın anlamından ayrı olarak düşünüyoruz.

Bu kavramlar, bilgiler ve algılar, yüce Allah'a hakkıyla intibak
etmekte, yüce Allah'ı olduğu gibi anlatmakta yetersiz kalırlar. Bu
nedenle ihlâs makamına ermiş olan kimse, Rabbini vasfetmede
telafisi mümkün olmayan aczini ve yetersizliğini ikrar etmekten
başka bir çaresi olmadığını anlayarak dönüp ispat ettiğini
nefyeder ve kurtuluşu olmayan bir hayrete düşer. Hz. Ali'nin sırf
O'na yönelmenin (ihlâsın) kemâli, sıfatları O'ndan nefyetmektir.
Çünkü her sıfat mevsuftan başka olduğunun tanığı, her mevsuf da
sıfattan ayrı olduğunun şahididir." şeklindeki sözünün anlamı budur.
Hz. Ali'nin (a.s) bu sözlerinin hemen öncesinde hutbenin başındaki
sözleri de bizim bu açıklamamızı desteklemektedir. Konu
üzerinde derin düşünen zeki bir insan bunu teslim eder. Orada
şöyle buyuruyor Hz. Ali (a.s): "O, öyle bir mabuttur ki, himmetler
yücelere çıkmakla O'nu idrak edemez. Üstün zekalar derinlere
dalmakla O'na ulaşamaz. O, öyle bir mabuttur ki, sıfatının belirli
bir sınırı, mevcut bir niteliği, sayılı bir vakti ve süreli bir müddeti
yoktur."

"Bu nedenle, Allah'ı vasfeden, O'nu (o sıfata) yanaşık kılmış
olur." ifadesinden sona kadar olan sözleriyle de Hz. Ali (a.s), sıfat
ispat etmeyi çözümleme yoluyla, yüce Allah'ın sınırı olmadığı ve
sayıya sığdırılmayacağı sonucuna varıyor. Tıpkı birinci bölümdeki
sözleriyle tanıma ve bilmeyi çözümleme yoluyla sıfatı nefyetme
sonucuna vardığı gibi.
Böylece Allah'a sıfat yakıştırmaya kalkışan, O'nu o sıfata yanaştırmış,
o sıfatla yan yana koymuş olur. Çünkü bilindiği gibi sıfat
ile mevsuf ayrı ayrı şeylerdir. İki ayrı şeyi bir araya toplamak, onları
birbirine yanaştırmakla olur. O'nu sıfatına yanaştıran, O'nu ikilemiş
olur. Çünkü bu durumda O'nu bir mevsuf, bir de sıfat olarak
ele almış olur. Mevsuf ile sıfat da iki şeydir. O'nu ikileyen, O'nu iki
parçaya bölmüş olur. O'nu parçalara bölen, kafasının bir köşesinde
aklî bir işaretle O'na işaret ederek O'nu bilmemiş, tanımamış
olur. O'na işaret eden, O'na sınır belirlemiş, O'nu sınırlamış olur.

Çünkü işaret, işaret edenle işaret edilenin arasında bir nevi mesafenin
varsayımıyla birinciden başlayıp ikincide biten bir eylem olduğuna
göre aralarında işaretin gerçekleşmesi için işaret edilenin
işaret edenden ayrı olmasını gerektirir. O'nu sınırlayan, O'nu sayıya
sokmuş, O'nu sayısal anlamda birlemiş, "bir" bilmiş olur. Çünkü
sayı, varlıksal bölünme ve ayrılmanın gereğidir. Allah bundan münezzehtir,
yücedir.
Yine Nehc'ül-Belâğa'da şöyle geçer: Hz. Ali'nin (a.s) bir hutbesinden:
"Hamd Allah'a ki, hiçbir hâli (sıfatı) ötekinden önce değildir.
Evvel (ilk) oluşu, âhir (son) oluşundan önce değildir. Zahir (açık)
oluşu, batın (gizli) oluşundan önce değildir. O'nun dışında 'bir'
diye adlandırılan her şey azdır. O'nun dışında her aziz, zelildir. O'-
nun dışında her güçlü, güçsüzdür. O'nun dışında her malik, memluktur.
O'nun dışında her bilen, öğrencidir. O'nun dışında her gücü
yetenin, gücü yettiği de olur, âciz kaldığı da olur. O'nun dışında her
duyan, ince (hafif) sesleri duymaz, büyük (yüksek) sesler kendisini
sağır eder, uzaktaki seslerden haberi olmaz. O'nun dışında her
zahir (açık), batındır (gizlidir). O'nun dışında her batın (gizli), zahirdir
(açıktır)."1
1- [Nehc'ül-Belâğa, Hutbe: 65]
Ben derim ki: Bu açıklama, yüce Allah'ın sınırsız, O'ndan başkasının
ise sınırlı olduğuna dayalı bir açıklamadır. Bu ve benzeri
kavramlar ve nitelikler sınırlı olarak ele alındıklarında başka kavramlar
ve niteliklerle bir tür örtüşüm hâlinde olurlar. Böyle olunca
sınırlılık, bu kavramlar ve niteliklerin kendilerinden kopmalarına
ve karşıt kavramlar ve niteliklere dönüşmelerine sebep olur.

Meselâ; zahir (açık) olmanın sınırlı oluşu, bir yönden veya bir
şeye göre zahir, başka bir yönden veya başka bir şeye göre ise batın
ve gizli oluşu anlamındadır. Aynı şekilde sınırlı bir izzetin anlamı,
sınırın ötesinde olmayışı ve sınırın ötesine göre zillet oluşudur.
Güç, sınırının ötesine göre zaaftır, güçsüzlüktür. Açıklık, sınırları
dışında gizliliktir. Gizlilik, sınırları dışında açıklıktır. Mülkiyetin sınırlı
oluşu malikin, mükliyetini sınırlandıran kimsenin hegemonyası
altında olduğu, kendisi ve mülkünün onun mülkü olduğu anlamındadır.
Bilginin sınırlı oluşu, sahibinden olmadığı, bilakis başkasından
alındığı, başkasının öğretmesiyle kazanıldığı anlamını
taşır. Çünkü bir şey kendisini sınırlandıramaz. Diğer kavramlar ve
nitelikler de böyledir.
Hz. Ali'nin (a.s) bu açıklamadaki "Onun dışında her duyan, ince
(hafif) sesleri duymaz..." şeklindeki ifadesi, bu açıklamanın "sınır"
kavramı üzerine kurulu bir açıklama olduğunun delilidir. Çünkü bu
ifade ve sonrası, açıkça yaratılanların sınırlı olduğuna işaret etmektedir,
ifade tarzı değişikliği de söz konusu değildir.

Hz. Ali'nin (a.s) bu sözlerini nakletmekten asıl amacımız olan
"O'-nun dışında 'bir' diye adlandırılan her şey azdır" ifadesinin "sınır"
kavramına dayalı olduğu ise oldukça açıktır. Çünkü "bir" diye
adlandırılan şeyin sınırlı olmasından sonuçlanan sayısal birlik, bölünürlüğü
ve çoğalmayı kabul eden bir kavramdır. Bölünme ve çoğalma
arttıkça "bir" denen şey de, oluşan çokluğun karşısında daha
bir azlığa ve zaafa gömülecek, daha az ve daha zayıf olacaktır.
Sayısal anlamda "bir" denen her şey, karşısındaki varsayılan
"çok"a göre azdır. Fakat "sınırı ve sonu olmayan" anlamındaki
"bir"in karşısında "çok"u farz etmek mümkün değildir.

Çünkü bu
anlamdaki "bir"in ne bir sınırı, ne de bir ayırıcı niteliği vardır. İfade
ettiği anlamın kapsamı dışında kalan bir şey de yoktur ki, onun
eklenmesiyle çoğalıp güçlensin, ayrılmasıyla da azalıp zayıflasın.
Bu anlamdaki 'bir' karşısında farz edilen her ikinci, ondan başka
değil, onun kendisidir.
Yine Nehc'ül-Belâğa'da şöyle geçer: Hz. Ali'nin (a.s) bir hutbesinden:
"Hamd Allah'a ki, yaratıklarını varlığının, yaratıklarının hâdis
oluşunu (sonradan meydana gelmiş olmasını) ezelîyetinin, onların
birbirlerine benzemelerini benzersizliğinin delili kılmıştır. Algılama
organları O'na dokunamaz (O'nu algılayamaz), perdeler O'nu
örtemez. Çünkü yapan (yaratan) ile yapılan (yaratılan), sınırlayan
ile sınırlanan, (eğitip yetiştiren, gözetip kollayan) Rab ile (eğitilip
yetiştirilen, gözetilip kollanan) merbub birbirinden farklıdır."
"O birdir, sayıya dönen anlamda değil. Yaratandır, çalışıp yorulma
anlamında değil. Duyandır, bir araçla değil. Görendir, bir aleti
kullanarak değil. Şahittir (her yerde hazırdır), dokunma söz
konusu olmadan. Ayrıdır, arada mesafe bulunmadan. Zahirdir,
gözle görülür anlamında değil. Batındır, latif bir cisim olduğundan
değil. Bütün şeylere hüküm sürmekle, onlara güç yetirmekle onlardan
ayrılmıştır. Bütün her şey de O'na boyun eğmekle, O'na
dönmekle O'ndan ayrılmıştır.

Kim O'nu vasfederse (nitelerse), O'-
nu saymış olur. O'nu sayan, O'nun ezelî oluşunu zedelemiş olur."1
Ben derim ki: Hz. Ali'nin (a.s) bu sözlerinin ilk bölümü şu temele
dayanmaktadır: Mümkün olan varlıklarda gözlemlenen bütün
kavramlar ve sıfatlar, birtakım sınırlı şeylerdir ki kaçınılmaz olarak
bir sınırlayanı, bir yapıp yaratanı, bir gözetip yetiştireni vardır. O da
yüce Allah'tır. Sınırlama, yüce Allah'ın yapımı olduğu için, sınırlılık
O'ndan aşağı bir mertebedir, O'nda söz konusu değildir. O'nun yüce
katı bu sınırlardan münezzehtir. Bu demektir ki, lafzımız ifade
edemese de, kavramımız yetersiz kalsa da, O'nun sıfatları da herhangi
bir sınırla sınırlanmış değildir. Böylece O birdir, ancak sınırlılığı
gerektiren sayısal anlamda değil. Yaratması, işitmesi, görmesi,
şahit (hazır) olması ve diğer sıfatları da böyledir.
Bunun ayrıntılarından biri de, yaratıklarından ayrılığının onlardan
uzakta olduğu, onlarla arasında mesafe bulunduğu anlamında
olmadığıdır. O, yaratıklarına bitişik veya onlardan aralı olmaktan,
yaratıklarının içinde veya dışında olmaktan yüce mi yücedir.
1- [Nehc'ül-Belâğa, Hutbe: 152]
Yaratıklarından ayrılığı her hâlükârda onlara egemen olduğu, onlara
güç yetirdiği, yaratıkların da her hâlükârda O'na boyun eğmiş
oldukları, O'na dönüşte oldukları anlamındadır.
"Kim O'nu vasfederse (nitelerse), O'nu sınırlamış olur. O'nu sınır-
layan O'nu saymış olur. O'nu sayan, ezelî oluşunu zedelemiş
olur." Hz. Ali (a.s) bu sözleriyle, sayısal birliği söz konusu etmenin,
ezeliyeti ortadan kaldıracağını ifade etmiştir. Çünkü ezeliyetin hakikati,
yüce Allah'ın zatı ve sıfatının sonsuz ve sınırsız oluşudur.

O'ndan önce olmuş olan bir şeyin sonrasında olmadığı açısından
bakıldığında, bu O'nun ezeliyeti olur. [Ezeliyet: Bir öncenin sonrasında
olmayış.] O'ndan sonra olacak olan bir şeyin öncesinde olmadığı
açısından bakıldığında, bu O'nun ebediyeti olur. [Ebediyet:
Bir sonranın öncesinde olmayış.] Her iki açıdan bakıldığında da,
bu O'nun devamlılığı, sürekliliği olur. [Devamlılık: Bir öncenin sonrasında
ve bir sonranın öncesinde olmayış.]
Yüce Allah'ın ezeliyetini, "Zamanın sonsuzluğunda bir zamanlar
vardı ki, yaratıklardan ne bir haber vardı, ne bir iz; fakat yüce
Allah vardı. Böylece yüce Allah sonsuz zamanlarda, sonradan
meydana gel-miş olan yaratıklarından öncedir" şeklindeki açıklama
büyük bir hata ve rezalettir ki, birçokları buna duçar olmuştur.
Oysa hareket hâlinde olanların hareketinin miktarından ibaret olan
"zaman" nerede, yüce Allah'ın ezeliyetinde O'na ortak olma
nerede?!

Yine Nehc'ül-Belâğa'da şöyle geçer: Hz. Ali'nin (a.s) bir hutbesinden:
"Hamd, kulları yaratan, yeryüzünü yayıp döşeyen, alçak
yerlerinden sular akıtan, yüksek yerlerinde bitkiler yeşerten Allah-
'a mahsustur. Evvelliğinin (ilkliğinin) başlangıcı, ezeliyetinin bitişi
yoktur. O ilktir, hep ilk olmuştur. Bakidir, sonu yoktur. Alınlar, karşısında
secdeye kapanmış; dudaklar, birliğini ikrar etmiştir. Şeyleri
(varlıkları) yarattığında onları sınırladı ki, onlara benzerliği söz
konusu olmasın."
"Vehimler (hayaller) belirlediği sınırlarla, düşünsel
performanslarıyla, tasavvur ettiği uzuvlar ve aletlerle O'nu
tanıyamazlar. Hakkında 'Ne zaman?' denmez. O'na 'şu zamana
kadar' diye bir süre belirlenemez. Zahirdir (apaçık ortadadır),
neden, nereden ortaya çıktı denmez. Batındır (gizlidir), nerede
gizlidir denmez. Karaltı değil ki bitsin, sona ersin. Örtülü değil ki,
bir şeyce ihtiva edilsin. Şeylere (varlıklara) yakınlığı yapışmak
, onlardan uzaklığı da ayrılmak suretiyle değildir."
"Kulların ne bir anlık bir göz altından bakışları, ne tekrarladıkları
bir kelime, ne bir tepeye yaklaşmaları, ne de karanlık bir gecede
ya da aydınlatıcı ayın değişik hâletleriyle hafiften aydınlattığı
sakin bir gecede attıkları yavaşça bir adım O'na gizli değildir. Ki o
gecenin ardından, giderken (batarken) de, dönerken (doğarken)
de ışıklı olan, gelen bir gecenin gelmesi ve sırt çeviren bir gündüzün
gitmesinden oluşan zamanlar ve asırların değişmesine rağmen
hâlâ ışık saçan güneş gelir."

"Her son ve süreden, her sayım ve sayıdan öncedir. O, sınırlayanların
izafe ettikleri ölçülerle ilgili sıfatlardan, boyutlara dönük
yakıştırmalardan, meskenlere yerleşmiş olmaktan, mekânı bulunmaktan
mü-nezzehtir. Sınır, ancak O'nun yarattıklarının üstüne biçilmiş
bir kaftandır, onlara yakıştırılacak bir niteliktir. Şeyleri (yaratıkları)
ezelî köklerden, ebedî başlangıçlardan yaratmamıştır.
Yarattığını yaratırken sınırlı yaratmıştır. Şekillendirdiklerini şekillendirirken
en güzel biçimde şekillendirmiştir."1
Yine Nehc'ül-Belâğa'da şöyle geçer: Hz. Ali'nin (a.s) bir hutbesinden:
"O'na nitelik izafe eden, O'nu birlememiş olur. O'nu örnekle
açıklayan, hakikatine ulaşmamış olur. O'nu (bir şeye) benzeten,
O'nu kastetmemiş olur. O'na işaret eden, O'nu hayal eden, O'na
yönelmemiş olur. Zatıyla tanınan-bilinen her şey, yapılmışyaratılmıştır.
Başkalarıyla ayakta duran her şey, sonuçtur (bir var
edici nedeni vardır). O yapıp edendir, herhangi bir uzvu olmadan,
herhangi bir alet edevat kullanmadan. Ölçüp biçendir, düşünmeksizin.
Zengindir, kazanmaksızın. Zamanlar O'na eşlik etmez. Edevat
O'na yardımcı olmaz."
"Varoluşu zamanlardan, varlığı yokluktan, ezelîliği başlangıçtan
öncedir. Hisleri, sezgileri yaratmasıyla hissi, sezgisi olmadığı
bilinmiştir. Karşıt şeyleri yaratmasıyla karşıtı olmadığı bilinmiştir.
Birbirine denk şeyleri var etmesiyle dengi olmadığı bilinmiştir. Işığı
karanlıkla, açıklığı kapalılıkla, kuruluğu yaşlıkla, sıcaklığı soğuklukla
karşıtlamıştır. Barışık olmayan şeyleri birbiriyle kaynaştırır,
1- [Nehc'ül-Belâğa, Hutbe: 163]
zıtları bir araya toplar, uzakları birbirine yakınlaştırır, yakınları birbirinden
ayırır."

"Sınırlamayla kapsanmaz, saymakla hesaplanmaz. Edevat,
ancak kendilerini sınırlandırırlar. Aletler, ancak kendi benzerlerine
delâlet ederler. 'Falan zamanlardan beri var' denmesi, varlıkların
kadim olmasına manidir. 'Şu zamanda gerçekleşmiştir' denmesi,
onların ezelî olmasına engeldir. 'Eğer şöyle olmasaydı, şöyle
olurdu' denmesi, onları kâmil olmaktan uzaklaştırmıştır. Onları
yapan (yaratan) onlarla akıllara tecelli etmiş, onlarla gözlere
görünmez olmuştur."
"O'nun hakkında hareket ve durgunluk geçerli değildir. O'nun
geçerli kıldığı şey nasıl kendi hakkında geçerli olabilir ki?! O'nun
başlattığı şey nasıl kendine dönebilir ki?! O'nun meydana getirdiği
şey nasıl kendinde meydana gelebilir ki?! Eğer böyle bir şey söz
konusu olsaydı, zatı değişmiş, künhü parçalara bölünmüş olurdu,
hakkında ezelîliğin anlamı kalmazdı.

Bu durumda önü olduğu için
arkası da olmuş olurdu; eksikliği olduğu için tamamlanmak, olgunlaşmak
isterdi. Yine eğer böyle bir şey söz konusu olsaydı, yapılmışlık
(yaratılmışlık) belirtisi O'nda belirmiş olur ve ayetlerin delâlet
ettiği yaratıcı olmaktan çıkıp kendi bir yaratıcıya delâlet eden
ayete dönüşürdü."1
Ben derim ki: Hz. Ali'nin (a.s) sözünün evveli, yüce Allah'ın kutsal
zatının sınır kabul etmezliğini ve O'ndan başka her şeyin sınırlı
olduğunu açıklamaya yöneliktir. Bu konuyu daha önce kısaca açıkladık.
"Sınırlamayla kapsanmaz, saymakla hesaplanmaz." ifadesi,
öncesindeki açıklamanın sonucu niteliğindedir.

"Edevat, ancak
kendilerini sınırlandırırlar. Aletler, ancak kendi benzerlerine delâlet
ederler" ifadesi, "Sınırlamayla kapsanmaz, saymakla
hesaplanmaz." sözünün bir başka açıklamasıdır. Çünkü önceki açıklama,
konuya şu açıdan yaklaşmıştır: Yaratılmışların ayrılmaz
niteliği olan bu sınırlar, yüce Allah'ın kutsal zatının koyduğu, var
ettiği şeyler olduğu için, fiilin (işin) failden (işi yapandan) sonraki
mertebede olması türünden bir sonralıkla Allah'ın yüce zatından
1- [Nehc'ül-Belâğa, Hutbe: 186]
sonraki mertebededirler. Dolayısıyla Allah'ın yüce zatının bu sınırlarla
sınırlanmış olması mümkün değildir. Çünkü zatın bulunduğu
mertebede fiil yoktur.

"Edevat, ancak kendilerini sınırlandırırlar..." ifadesi ise, meseleyi
bir başka açıdan ele almıştır. Şöyle ki: Bu edevat ve sınırların
kaçınılmaz özelliği olan sınırlandırma ve ölçülendirme, ancak türsel
benzerlik olduğunda söz konusu olur.

Meselâ; bir ağırlığı ölçme
birimi olan "miskal" ile ancak ağırlıklar ölçülür ve örneğin renkler
ve sesler ölçülmez. Veya hareketin miktarından ibaret olan "zaman"
ile ancak hareketlerin sınırı belirlenir. Veya örneğin "insan",
sahip olduğu ortalama toplumsal ağırlığıyla ancak bu yönde kendisi
gibi olan insanlar için bir ölçü oluşturur. Kısaca bu sınır ve ölçülerden
her biri, sınırlandırdığı ve ölçülendirdiği şeye kendi anlamına
benzer bir anlam kazandırır. Varlığı zorunlu olmayıp olası olan
her varlığın tüm özellikleri ve niteliği de belli bir sınır ve ölçüye
dayalıdır, belli bir süresi ve sonu vardır. Öyleyse bu varlıkların sınırlı
anlamlarını nasıl ezelî, ebedî ve sonsuz bir zata yükleyebiliriz?!
İmam'ın (a.s) maksadı da budur. Bu nedenle de bu sözünün
ardından "Falan zamandan beri var, denmesi..." buyurmuştur. Yani,
varlıklar için "Falan zamandan beri var." ve "Şu zamanda gerçekleşmiştir."
söylenmesi, onların zaman açısından hâdis olduklarını
gösterir ve kadimlik ve ezelîlik vasıflarıyla nitelendirilmelerine
engel olur.

Aynı şekilde "Eğer şöyle olmasaydı, şöyle olurdu" denmesi,
onların eksik olduğunu ve kâmilleşmeleri önünde bir engelin
varolduğunu, dolayısıyla her yönden kâmil olmadığını gösterir.
"Onları yapan (yaratan), onlarla akıllara tecelli etmiş onlarla
gözlere görünmez olmuştur."

Her iki cümledeki zamirler, varlıklara dönüktür. Yani varlıklar,
yüce Allah'ın ayetleri (nişaneleri) oldukları için sadece ayet sahibini
gösterirler. Bunlar tıpkı ayna gibidirler ve yüce Allah'tan başkasını
göstermezler. Böylece yüce Allah onlar vasıtasıyla akıllara tecelli
etmiştir. Aynı şekilde onlar vasıtasıyla gözlere görünmesi imkânsız
olmuştur. Çünkü yüce Allah'a bakmanın tek yolu bu ayetlere
bakmaktır. Bu ayetler de sınırlı oldukları için ancak kendileri
gibi bir şeye ulaştırırlar, her şeyi ihata etmiş, kuşatmış olan Rablerine
ulaştırmazlar. Gözlerin O'nu görmesinin imkânsız oluşunun
nedeni budur işte. Çünkü gözler, sınırlar üzerine kurulu bileşik aletler
oldukları için ancak sınırlı şeylerde etkin olabilirler. İzzet sahibi
yüce Allah'ın kutsal zatı ise her türlü sınırdan münezzehtir.
İmam'ın (a.s) "O'nun hakkında hareket ve durgunluk geçerli
değildir..." sözü, başka bir ifadeyle sözün başına dönüş mesabesindedir.
Bu sözle şunu açıklamak istiyor: Hareket ve durgunlukla
noktalanan bu işler ve olaylar, O'nun hakkında geçerli olmaz, O'na
dönmez, O'nun zatında meydana gelmez. Çünkü bu işler, O'nun
başkasına yönelik etkilemesinden ileri gelen etkilerdir. Etkilemenin
anlamı, etkileyenin zatından kaynaklanan etkisini başkasına
yöneltmesidir.
Buna göre bir şeyin kendini etkilemesi anlamsızdır. Bir şeyin
kendini etkileyebilmesi için parçalardan oluşmuş, çok yönlü bileşik
bir zata sahip olması gerekir (ki, bir parçası veya yönü öteki
parçası veya yönünü etkilesin). Meselâ insan, ruhuyla bedenini idare
eder; eliyle başına vurur, tabip tababetiyle hastalığını tedavi
eder. Bütün bunlar, parçalar ve yönlerin değişik olması nedeniyle
mümkün ve sahih oluyor.

Yoksa, bir şeyin kendini etkilemesi
mümkün olmazdı. Meselâ, görme duyusu hiçbir zaman kendini
görmez. Ateş, hiçbir zaman kendini yakmaz. Aynı şekilde hiçbir
etken kendini etkileyemez.

Bunun için, daha önce de söylediğimiz
gibi, unsurlardan bileşmiş, parçalardan oluşmuş olması gerekir.
İmam'ın "Eğer böyle bir şey söz konusu olsaydı, zatı değişmiş,
künhü parçalara bölünmüş olurdu, hakkında ezelîliğin anlamı
kalmazdı..." sözünün anlamı budur işte.

"Yine eğer böyle bir şey söz konusu olsaydı, yapılmışlık (yaratılmışlık)
belirtisi O'nda belirmiş olur ve ayetlerin delâlet ettiği yaratıcı
olmaktan çıkıp kendi bir yaratıcıya delâlet eden bir ayete
dönüşürdü." Yani, bu sınırlar ve ölçülerin O'nun hakkında geçerli
olması durumunda, eksiklik O'na lâzım gelirdi. Eksiklik ise yapılmışlık
(yaratılmışlık) alâmetlerinden ve mümkünlük nişanelerindendir.

Bu durumda, O da -yüce ve kutsaldır- yapılmışlığına delâlet
eden delilin gereğince diğer yapılmışlar gibi başka bir ezelî,
varlığı kâmil ve zatı sınırsız varlığa delâlet ederdi ki, sınırlar ve ölçülerin
kısıtlayamayacağı, varsayılan her eksiklikten münezzeh
olan ilâh, o olurdu.

Burada şu hususun da bilinmesinde yarar vardır. İmam'ın bu
sözünde, delâletin (delilliğin) mümkünlük ve yapılmışlığın nişanesi
olduğu yönündeki tesbiti, onun diğer sözlerinde veya diğer Ehlibeyt
İmamlarının (a.s) sözlerinde, yüce Allah'ın zatıyla, başkalarının
ise O'nunla biliniyor olması, O'nun kendi, kendi zatına delâlet
ettiği, aynı zamanda yaratıklarına da O'nun delâlet ettiği yolundaki
sözleriyle çelişmemektedir. Çünkü bu bilinmeyle o bilinme, bu

delâlet ile o delâlet ayrı ayrı şeylerdir. Umarım yüce Allah bizi konuyla
ilgili gelecek incelemelerimizden birinde bu konuyu açıklamaya
ve hakkında genişçe konuşmaya muvaffak eder. İnşaallah.
et-Tevhid adlı eserde müellif kendi rivayet zinciriyle İmam Cafer
Sadık'tan şöyle rivayet eder: "Müminlerin Emîri Hz. Ali (a.s),

Kûfe Camiinde minber üzerinde hutbe okuduğu sırada, 'Zi'lib' isminde
keskin dilli, hitabesi güçlü, yüreği cesaretli bir adam ayağa
kalkarak, 'Ey Müminlerin Emiri! Hiç Rabbini gördün mü?' diye sordu."
"Emir'ül-Müminin, 'Yazıklar olsun sana ey Zi'lib!' dedi, Ben görmediğim
bir Rabbe ibadet edecek, kulluk sunacak biri değilim."
"Zi'lib, 'Ey Müminlerin Emîri!' dedi, O'nu nasıl gördün?"

"Emir'ül-Müminin şöyle buyurdu: 'Ey Zi'lib! Gözler gözlemleriyle
O'nu görmezler, fakat kalpler iman hakikatleriyle O'nu görürler.
Vay sana ey Zi'lib! Rabbim latif mi latiftir, ama incelikle
nitelenmez. Yüce mi yücedir, ama kocamanlıkla nitelenmez.
Büyük
mü büyüktür, ama irilikle nitelenmez. Ulu mu uludur, ama kabalıkla
nitelenmez. Her şeyden öncedir, 'O'ndan önce bir şey vardı'
denmez. Her şeyden sonradır, 'O'nun bir sonrası var.' denmez. Şeyleri
(varlıkları) var etmeyi diledi, herhangi bir çaba göstermeksizin.
İdrak edendir, herhangi bir araca ihtiyaç duymaksızın."
"Varlıkların içindedir, onlara karışmış değildir, onlardan ayrı da
de-ğildir. Apaçık ortadadır, dokunulmaz.

Aşikârdır, gözle görülmez.
Ayrıdır, mesafe söz konusu değildir. Yakındır, yaklaşıklık söz konusu
değildir. Latiftir, cisimleşme söz konusu değildir. Vardır, yokluktan
sonra değildir. Yapandır, çabalama olmadan. Ölçüp biçendir,
hareket etmeden. İrade edendir, himmet etmeden. Duyandır,
aletle değil. Görendir, araçla değil. Mekânlar O'nu içermez.

Zamanlar O'na eşlik etmez. Sıfatlar O'nu sınırlandırmaz. O'nu uyuklama
tutmaz. Varoluşu za-manlardan, varlığı yokluktan, ezelîliği
başlangıçtan öncedir. Hisleri, sezgileri yaratmasıyla hissi, sezgisi
olmadığı bilinmiştir."
"Cevheri cevher etmesiyle cevheri olmadığı anlaşılmıştır. Karşıt
şeyleri yaratmasıyla karşıtı olmadığı bilinmiştir. Birbirine denk
şeyleri var etmesiyle dengi olmadığı bilinmiştir. Işığı karanlıkla,
kuruluğu yaşlıkla, soğukluğu sıcaklıkla karşıtlamıştır. Barışık olmayan
şeyleri birbiriyle kaynaştırır, yakınları birbirinden ayırır. Onları
birbirinden ayırmasıyla onları ayırana, onları birbiriyle kaynaştırmasıyla
onları kaynaştırana delâlet etmiştir. Aziz ve yüce Allah-
'ın "Her şeyden bir çift yarattık ki, düşünüp öğüt alasınız." [Zâriyât,
49] sözünün anlamı da budur."

"Böylece Allah önce ile sonrayı birbirinden ayırdı ki, kendisinin
öncesi ve sonrası olmadığı bilinmiş olsun. Varlıklarda içgüdüler
koyması, bunları koyanın içgüdüsü olmadığına tanıktır. Onlar için
bir süre belirlemesi, bu süreleri belirleyenin süresi olmadığını haber
verir. Var-lıkların bir kısmını bir kısmından perdelemiştir ki,
O'nunla yaratıkları arasında yaratıklarından başka bir perde olmadığı
bilinmiş olsun. Hiçbir merbub (yönetilen, eğitilen) yokken,
O Rab (yöneten, eğiten) idi. Hiçbir tapan yokken, O tapılan mabuttu.
Hiçbir bilinen yokken, O bilendi. Hiçbir işitilen yokken, O işitendi."
"Hz. Ali (a.s) sonra şu şiiri okumaya başladı:
Mevlâm sürekli övgüyle tanınagelmiştir.
Efendim hep cömertlikle nitelenmiştir.
Aydınlatan hiçbir ışık yokken O vardı.
Ufukları saran bir karanlık yokken de O vardı.
Böylece Rabbimiz bütün yaratılmışların tersinedir.
Hayallerde tasavvur edilen her şeyin aksinedir."1
Ben derim ki: İmam'ın (a.s) bu sözleri Allah'ın zatının ve zatıyla
ilgili sıfatlarının birliğinin anlamını açıklamak için serdedilmiştir.
Bu açıklamada Allah'ın zatının sonsuz ve sınırsız olduğu, dolayısıy-

1- [et-Tevhid, s.308, h:2]
la zatının karşısında hiçbir zatın bulunmadığı vurgulanmaktadır.
Çünkü eğer böyle bir şey olsaydı, bu zat O'nu sınırlılıkla tehdit eder,
ölçülülüğe mahkûm kılardı. Böyle bir şey olmadığına göre O
her şeyi kuşatıcıdır, her iş üstünde egemen güçtür. Böyle (sonsuz)
bir varlığın zatından ayrışan bir sıfat da olmaz. Çünkü bu durumda
ezelîliği bozulmuş olur, sınırsızlığına halel gelir.
Yüce Allah'ın kemâl sıfatları da başkasını dışlayacak veya
başkası tarafından dışlanacak bir sınırla sınırlı değildir. Bizdeki ilim
kudretten başka bir şeydir. Bu ikisi arasında kavram ve mısdak
olarak itişme vardır. Ancak yüce Allah hakkında bu iki sıfat
arasında herhangi bir itişme söz konusu değildir. Yüce Allah hakkında
her sıfat kendisinin aynısı olduğu gibi Allah'ın diğer yüce sıfatlarının
her birinin de aynısıdır. Yüce Allah'ın her ismi de öteki
güzel isimlerinin aynısıdır.
Bu konuda bundan daha ince ve daha derin bir yaklaşım vardır.
Şöyle ki: Bu anlamlar ve kavramlar, akıl için birer ölçü ve tartı
mesabesindedirler.

Akıl bu anlamlar ve kavramlarla zihnin dışındaki
varlığı ve gerçek âlemdeki varoluşu ölçer, tartar. Buna göre
bu kavramlar, bu özellikten ayrılmayan sınırlı sınırlardır. Bu kavramları
birbirine eklememiz, birinden ötekisi için yardım almamız
da onları sınırlılıktan çıkarmaz. Dolayısıyla bu kavramlar, ancak
kendileri gibi sınırlı şeyleri koşamlayabilirler. Bu nedenle sınırsız
bir şeyi varsayıp bu sınırlı ölçülerle ona yönelirsek, ondan ancak
sınırlı bir şeye ulaşırız ki bu, o değildir. Bu sınırsız şeye ulaşmak için
ne kadar derinleşirsek, o kadar bizden uzaklaşır, o kadar yücelir.
İlim kavramını ele alırsak; bu kavramın zihnin dışındaki âlemdeki
sahibi için kemâl sayılan sınırlı bir sıfattan algılanmış bir anlam
olduğunu görürüz. İlim kavramındaki sınırlılık, örneğin kudret
ve hayatı kapsamasına engeldir. Bu ilim kavramını yüce Allah
hakkında kullanıp sonra, "diğer ilimler gibi olmayan bir ilim" diyerek
sınırlılığı giderici bir kayıtla kayıtlandırdığımızda, bir ölçüde
onu sınırlılıktan kurtarıp kapsamını genişletmiş olsak da, bu onu,
ötesini kapsamama özelliği taşıyan bir kavram olmaktan
çıkarmaz. Çünkü her kavramın kapsamı altına alamayacağı bir
ötesi vardır. Kavrama kavram katmak da bu özelliği yitirmesine
sebep olmaz. Bu oldukça açıktır.
Beyinli insanı, yüce Allah hakkında aklı ve beyninin ispat ettiği
sıfatlar konusunda hayrete düşürüp şaşkınlığa sürükleyen nokta
işte budur.

Hz. Ali'nin bu sözündeki "Sıfatlar O'nu sınırlandırmaz."

ifadesinden, aynı şekilde daha önceki hutbesindeki "Sırf O'na yönelmenin
(ihlâsın) kemâli, sıfatları O'ndan nefyetmektir." ifadesi
ile aynı hutbedeki "Sıfatının sınırlandırıcı bir sınırı, varolan bir niteliği
yoktur." ifadesinden de bu husus anlaşılmaktadır.
Görüldüğü gibi Hz. Ali (a.s), bir yandan Allah'a sıfat ispat ederken,
öte yandan o sıfatı veya o sıfatın sınırını O'ndan nefyetmektedir.
Açıktır ki, sıfatı ispat etmek, sınır getirmekten ayrılmaz. Buna
göre sıfattan sınırı nefyetmek, o sıfatı ispat ettikten sonra nefyetmek
anlamına gelir. Bundan da şöyle bir anlam çıkar: Yüce Allah
hakkında kemâl sıfatlarından birinin ispatı, öteki sıfatlarını
nefyetmez. Bu da demektir ki, yüce Allah'ın sıfatları hem birbiriyle,
hem de zatıyla birdir ve herhangi bir sınır söz konusu değildir.
Ayrıca yüce Allah hakkında herhangi bir kemâl sıfatının ispatı, o
sıfatın ötesinde bilmediğimiz, anlamadığımız ve de anlatamadığımız
sıfatları da nefyetmez. Bunu anlamaya çalış.
Eğer kavramlar, söylenen anlamda yüce Allah'ın azameti ve
büyüklüğü sahasına gölge düşürdüğünde içeriğini yitirmeseydi,
aklın, al-gılamış olduğu genel ve müphem kavramlarla O'nu kuşatması
ve "O'nun diğer zatlar gibi olmayan bir zatı var. O'nun öteki
ilimler gibi olmayan bir ilmi var. Başkasının kudreti gibi olmayan
bir kudreti var. Diğer hayat kısımları gibi olmayan bir hayatı
var" diyerek O'nu nitelemesi mümkün olurdu.
Çünkü böyle bir nitelemeyle de nitelenen şeyin tüm sıfatları
sayılmış ve o şey mücmel bir şekilde kuşatılmış olur. Bu durumda
da aklın mücmel olarak yüce Allah'ı kuşatmasının mümkün olduğu,
müm-kün olmayanın ise ayrıntılı kuşatma olduğu sonucu ortaya
çıkardı. Oysa yüce Allah, "O'nu bilgice kuşatmazlar" (Tâhâ, 110)
ve "Bilin ki, O her şeyi kuşatıcıdır." (Fussilet, 54) buyurmuştur. Dolayısıyla
hiçbir şey, hiçbir yönden, hiçbir şekilde O'nu kuşatamaz.
O'nun kutsal zatı mücmel kuşatma ve ayrıntılı kuşatma diye bir
bölünmeye konu olamaz. Mücmelinin bir hükmü ayrıntılısının
başka bir hükmü var, denemez. Bunu anlamaya çalış!
el-İhticac adlı eserde Hz. Ali'nin (a.s) bir hutbesinde şöyle buyurduğu
kaydedilir: "Delili ayetleridir. Varlığı ispatıdır. Tanınması
birlenmesidir. Birlenmesi yaratıklarından ayırt edilmesidir. Yaratıklardan
ayırt edilmesi, onlardan uzakta, onlardan kopuk olması
değil, onlar gibi olmaması anlamındadır. O, yaratan, yönetendir;
yaratılan yönetilen değildir. Tasavvur edilen her şey O'nun tersinedir...
Zatı ve özü bilinen, ilâh olamaz. O, delil ile kendine delâlet
eden, bilgi ile kendine ulaştıran ilâhtır."
Ben derim ki: Önceki sözlerimiz üzerinde düşünüldüğünde bu
hutbenin yüce Allah'ın birliğinin sayısal olmayan bir birlik olduğunu
beyan etmek için serdedilmiş olduğu ortaya çıkmaktadır. Çünkü
açık bir şekilde yüce Allah'ı tanımanın O'nu birlemekle eşit olduğu
vurgulanmıştır. Yani, O'nun varlığını ispat etmek, birliğini ispat
etmekle eşittir. Eğer bu birlik sayısal olsaydı, zattan başka bir
şey olurdu. Bu durumda sırf zatın ispatı, birliğin ispatı için yeterli
olmazdı, birliğin ispatı için zatın sübutu dışında başka bir gerekçe
gerekirdi. Bu sözler, Allah'ın birliği (tevhit) konusunda hayret verici
bir mantığı ve oldukça net bir anlatımı içermektedir. Bu sözlerin
şerhi, bu kitabın inceleme tarzına sığmayacak geniş bir fırsatı gerektirmektedir.
Bu hutbedeki en latif konulardan biri, şu güzel
cümlede ifade edilmiştir: "Varlığı ispatıdır." Bu sözle şunu kastediyor:
O'nu ispat edecek kanıt, bizzat O'nun dıştaki varlığıdır. Yani O,
zihne girmez, akla sığmaz.
"Tasavvur edilen her şey O'nun tersinedir." ifadesiyle kastedilen,
O'nun zihinsel biçimden başka olduğu değildir. Çünkü bütün
dış (objektif) varlıklar böyledir. Tam tersine maksat şudur: Yüce Allah,
ne olursa olsun zihinsel tasavvurun hikâye ettiği, anlattığı şeyin
tersinedir, o değildir. Dolayısıyla hiçbir zihinsel biçim O'nu
kuşatamaz. Hatta O'nun kutsal katının bu tasavvurdan, yani "O
her tasavvurun tersinedir" tasavvurundan da münezzeh olduğundan
gaflet etmemelisin.
"Zatı ve özü bilinen, ilâh olamaz" ifadesi, yüce Allah'ın herhangi
bir bilgiye konu olmaktan, herhangi bir anlama ve algılamaya
yenik düşmekten çok daha yüce olduğunu beyan etmek için
serdedilmiştir. Çünkü zatı ve özüyle bizim bilgi ve tanımamıza konu
olan her şey, bizden ve bilgimizden başka bir şeydir ki, bilgimize
konu olabiliyor. Fakat yüce Allah bizi de, bilgimizi de kuşatıcıdır;
bizi de, bilgimizi de var edici, ayakta tutucudur. Böylece hiçbir
şekilde kendimizi ve bilgimizi O'nun zatının kuşatmasından ve
egemenliğinin kapsamında ol-maktan kurtaramayız. Kurtaramayınca
da O'nun hakkında, ayrı bir şeyin ayrı bir şeye olan bilgisi gibi
bir bilgimizin olması mümkün değildir.
Hz. Ali (a.s) bu gerçeği, "O, delil ile kendine delâlet eden, bilgi
ile kendine ulaştıran ilâhtır." sözüyle beyan etmiştir. Yani, kendisine
delâlet edecek delili, kendisine doğru kılavuzlayacak kılavuzu
var edip kendisine delâlet etmesini, kılavuzlamasını sağlayan delil
ve kılavuz, yine yüce Allah'ın kendisidir. Aynı şekilde bilginin kendisine
ulaşmasını, kendisiyle bir tür ilintili olmasını sağlayan, yine
yüce Allah'ın kendisidir. Bunun sırrı şudur: Her şey, ama bütün her
şey, O'nun kuşatması ve hegemonyası altındadır. O hâlde bir şeyin
O'na yol bularak O'nu kuşatması nasıl mümkün olabilir?! Oysa O,
onun kendisini de, yol bulmasını da kuşatmış bulunmaktadır.
el-Meanî adlı eserde müellif, kendi rivayet zinciriyle Ömer b.
Ali'den şöyle rivayet eder: Hz. Ali (a.s), Resulullah'ın (s.a.a) şöyle
buyurduğunu söyledi: "Tevhidin (Allah'ın birliğinin) zahiri batınındadır,
batını da zahirindedir. Zahiri nitelenir, görülmez; batını vardır,
gizli değildir. Her yerde aranır, hiçbir yer bir anlığına olsun O'ndan
boş değildir. Hazırdır, sınırlı değil; gaiptir, yitirilmiş değil." [s.10,
h:1]
Ben derim ki: Hz. Resulullah'ın (s.a.a) bu sözü yüce Allah'ın
herhangi bir sınırla sınırlı olmamasına dayalı sayısal olmayan birliğini
beyan etmek için serdedilmiştir. Yüce Allah'ın tevhidi ve tavsifinin
(O'nu birleme ve nitelemenin) zahirinin batınından, batının
da zahirinden ayrı olmamasını sağlayan, bu sınırsızlığıdır. Zahir ile
batın, ancak sınırla başkalaşır, birbirinden ayrılır. Sınır kalktığında
zahir ile batın birbirine karışır, "bir" olur.
Aynı şekilde nitelenen zahirin kuşatılmış olması, ancak sınırlanmaları
ve kendileri için belirlenen sınırı aşmamalarıyla mümkün
olur. Bir şeyin yanında hazır olanın, bütün varlığıyla onun yanında
hazır ol-ması, bir şeyden de gaip olanın, ona göre yitik olması,
onların sınırlı olmalarından kaynaklanır. Yoksa sınırlılık olmasa,
hazırın, tüm varlığıyla bir şey için hazır olması, gaibin de
gaybet perdesi arkasında gizli kalması mümkün olmaz. Çünkü
böyle bir şeyi, kendinden, kendi sınırsızlığından başka bir şey gizlememektedir.
Bunda anlaşılmayacak bir şey yoktur.
Kâinatın bir yaratıcısının olduğu görüşü, aynı şekilde onun bir
olduğu görüşü, insan türünün düşünürleri arasında gündemde olan
en eski meselelerden biridir. İnsanoğlunu bu sonuçlara fıtrî
sezgisi iletmektedir.

Hatta Allah'a ortak koşma esasına dayanan
putperestliğin bi-le mahiyeti derinliğine irdelendiğinde, yaratıcının
birliği esasına dayandığı, bunun yanında yaratıcıya ulaştıracak aracılar
ispat etme peşinde olduğu görülür.

"Biz onlara, ancak bizi


Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz." (Zümer, 3) ayetinde
buyrulduğu gibi. Gerçi putperestlik zamanla çığırından çıkmış ve
Allah dışındaki ilâhlara istiklal ve asalet tanıma sapıklığına saplanmıştır.
Tek ilâh inancına çağıran fıtrat, yukarıdaki ayetlerin ışığında
anlatıldığı üzere, her ne kadar insanı zatı ve sıfatları ile yüceliği ve
ululuğu sınırsız olan tek bir ilâha çağırıyor ise de, fakat bir yandan


insanın hayatı boyunca hep sayısal birlerle iç içe yaşıyor olması,
öte yandan dindarların putperestlere, düalistlere ve diğer sapık
inançlılara karşı çok ilâhlı inancı reddetmek amacı ile mücadele
vermeleri, Allah'ın birliğine sayısallık damgası vurmuş ve sözünü
ettiğimiz fıtratın me-sajını etkisiz bırakmıştır.

Bundan dolayı eski Mısır, Yunan ve İskenderiye filozofları ile
on-lardan sonra gelen diğerlerinin bize kadar ulaşan sözlerinin sayısal
birliği destekledikleri görülür. Hatta Ebu Ali İbn-i Sina gibi biri
de, eş-Şifa adlı eserinde bunu açıkça ifade etmiştir. Yaklaşık Hicrî
bin yılına kadar gelen diğer filozofların da görüşleri bu yönde olmuştur.
Kelâm âlimlerinin tevhit ilkesi etrafındaki tartışmaları da sayısal
birliğin ötesinde bir sonuç vermemiştir.

Oysa bu âlimler delillerinin
büyük bir çoğunluğunu Kur'ân'dan almışlardır. Bu mesele
hakkında inc-eleme yapanların sözlerinden çıkan sonuç budur.
Kur'ân'ın, tevhidin anlamı ile ilgili açıklamaları, bu gerçeğin
öğretilmesi yönündeki ilk adımı oluşturur. Fakat sahabenin, tabiînin
ve daha sonra gelenlerin içindeki tefsirciler ve Kur'ân ilimleri
ile uğraşanlar, bu yüce meseleyi incelemeyi ihmal etmişler. O âlimlerden
bize kalan hadis eserleri ve tefsir kitapları incelendiğinde,
bu gerçek hakkında ne doyurucu bir açıklamaya ve ne delile
dayalı bir çalışmaya rastlanmaz.


Bu gerçeğin üzerindeki perdeyi kaldıran tek kaynağın, İmam
Ali b. Ebutalib'in (selâmın en üstünü özellikle ona olsun) sözleri
olduğunu görüyoruz. Onun sözleri bu gerçeğin kapısını açmış, üzerindeki
örtüyü ve perdeyi kaldırmıştır. Bunu en açık ve berrak delillerle
ortaya koymuştur. Ondan sonra da Hicrî bin yılı sonrası İslâm
filozoflarının bu yoldaki sözlerini görüyoruz.

Bu filozoflar da görüşlerini
Hz. Ali'nin sözlerinden istifade ettiklerini açıkça belirtmişlerdir.
Yukarıdaki "Tevhidin Hadisler Işığında Açıklaması" bölümünde
Hz. Ali'nin (a.s) ışıklı sözlerinden yaptığımız seçmelerle yetinmemizin
sırrı işte budur. Çünkü bu meseleye apaçık delillerin ışığında
yaklaşma üslûbunu ondan başkasının sözlerinde bulmak mümkün
değildir.
Sırf bundan dolayı bu mesele ile ilgili ayrıca felsefî bir incelemeye
girişmedik. Çünkü bu amaçla ortaya konan delillerin bütünü
Hz. Ali'nin o sözlerinde açıklanan mukaddimelerden (öncüllerden)
oluşmuştur, onun sözlerine yeni bir şey eklenmemiştir. Bu delillerin
hepsi varlığın saltlığı ve yüce Allah'ın zatının birliği öncülüne
dayalıdır.1
1- Meseleleri derinlemesine irdeleyen araştırmacıların, bazı âlimlerin tutumları
karşısında şaşmaları gerekir. Bu âlimler Nehc'ül-Belâğa'da yer alan
hutbelerin uydurma olduklarını ileri sürmüşlerdir. Onların bazılarına göre bu
hutbeleri Şerif Razî uydurmuştur. Bu saçmalık hakkında daha önce gereken
sözleri söylemiştik. Burada söylemek istediğimiz şudur: Bu hutbelerin ilmî seviyesi
o kadar yüksektir ki, İslâm âlimleri bunları ancak bin yıl sonra kavrayabilmişlerdir.
O tarihe kadar yüzyıllarca süren fikrî gelişmelere, İslâm'ın bu gerçeklere
kapı açmış ve üzerlerindeki örtüyü kaldırmış olmasına rağmen bunlar anlaşılamamıştır.
Hz. Ali dışındaki sahabîler ile tabiîn bile bu düşünce yükünün altından
kalkamamışlardır. Peki ilmî seviyesi bu kadar yüksek olan bu hutbeleri
kim, nasıl uydurmuş olabilir?! Bu ihtimal hiç mantığa sığar mı?! Aslında bu
saçma iddiayı ortaya atanlar en yüksek sesleri ile şunu söylemek istiyorlar:
Kur'ân'ın gerçekleri ve onun ifade ettiği yüce prensipler sıradan halkın zihnî seviyesini
aşmayan basit kavramlardır. Yalnız daha fasih ve edebî bir dille ifade
edilmek gibi bir üstünlükleri vardır!






TEVHİD VE MERHALELERİ



27. İlke:

Allah'ın varlığına inanmak, bütün semavî dinlerdeki ortak ilkedir ve esasen ilahî kişiyle (hangi dine tabi olursa olsun) maddeci bir kişiyi birbirinden ayıran şey de bu konuda saklıdır.
Kur'an-ı Kerim Allah'ın varlığını delile ihtiyacı olmayan apaçık bir konu bilmekte ve bu husustaki her türlü şek ve şüpheyi yersiz saymaktadır. Nitekim şöyle buyuruyor:"Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında şüphe mi var?!" (İbrahim, 10)
Allah Teala'nın varlığı apaçık bir konu olmasına rağmen, Kur'an-ı Kerim delil ve düşünme yoluyla Allah'ı tanıyıp akıllarına takılabilecek her türlü şek ve şüpheyi gidermek isteyen kimseler için bir takım yollar göstermiştir. Onların en önemlileri şunlardır:
1- İnsanın özel şartlar altında kendini gösteren daha üstün bir varlığa ihtiyaç ve bağımlılık hissi, onu yaratılışın kaynağına götüren fıtratının sesidir. Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor:
"Sen yüzünü, Allah'ı birleyici olarak doğruca dine çevir: Allah'ın yaratışına ki, insanları ona göre yaratmıştır." (Rum, 30)
Yine şöyle buyuruyor: "Gemiye bindikleri zaman (gemileri denizin kükreyen dalgaları arasında batmak üzere olunca), dini yalnız Allah'a has kılarak O'na yalvarırlar. Fakat (Allah) onları salimen karaya çıkarınca hemen (O'na) ortak koşarlar." (Ankebut, 65)
2- Tabiat alemi ve ondaki Allah'ı varlığının apaçık nişaneleri olan insanı hayrete düşüren şeyler üzerinde inceleme yapmaya davet! Bu nişaneler, varlık aleminde bilim, güç ve hekimane bir yönetimin parmağı olduğunu göstermektedir:
"Göklerin ve yerin yaratılışında, gecenin ve gündüzün gidip gelişinde elbette sağduyu sahipleri için ibretler vardır." (Âl-i İmrân, 190)
Bu konuyla ilgili ayetler oldukça çoktur ve biz burada örnek olarak bu kadarıyla yetiniyoruz.
Açıktır ki, bu söylediklerimiz Allah'ı tanıma yolunun bu ikisiyle sınırlı olduğu anlamına gelmez; aksine Allah'ın varlığını ispatlamak için İslam kelamcıların kelam kitaplarında kaydettikleri bir çok deliller vardır.

TEVHİD MERHALELERİ

Bütün semavî dinler tevhid ve tek ilaha tapmak esasına dayanmaktadır ve bunlar arasındaki en açık ortak nokta, tek olan Allah'a inanmaktır; ama bu dinlerin bazı takipçileri arasında bu ortak inançta sapmalar meydana gelmiştir. Aşağıda Kur'an-ı Kerim ve hadislerden ilham alarak ve yine aklî deliller yardımıyla tevhid mertebelerini açıklayacağız:

28. İlke:

Tevhidin ilk mertebesi, tehvid-i zatîdir. Tevhid-i zatî iki kısımdır:
a- Allah Teala'nın zatı tek ve eşsizdir; O'nun için eş ve benzer düşünülemez.
b- Allah Teala'nın zatı basittir (yalındır); O'nda hiçbir şekilde kesret ve terkip söz konusu değildir.
Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) yukarıdaki iki anlamı şöyle açıklamaktadır:
1- "O, tektir ve varlıklar arasında onun benzeri yoktur."
2- "O manen tektir; ne dışarıda, ne hayalde ve ne de akılda parçalara ayrılmaz."[14]
Tevhid hakkında Müslümanların inancını açıklayan İhlas suresi her iki merhaleye işaret etmektedir: Birinci kısma"Hiçbir şey O'nun dengi değildir" ayetiyle ve ikinci kısma ise "De ki: O Allah birdir" ayetiyle değinmektedir.
Dolayısıyla, Hıristiyanlıktaki teslis=üçleme (baba, oğul, Ruh-ul Kudüs) İslam mantığı açısından batıldır ve Kur'an-ı Kerim ayetlerinde onun doğru olmadığı açıklanmıştır; nitekim kelam kitaplarında da bu konu genişçe açıklanmıştır. Biz burada sadece şu açıklamayla yetiniyoruz:
Üç ilahın varlığı anlamında teslis=üçleme, şu iki şıktan biridir: 1- Bu üç ilahtan her biri diğerinden ayrı bir varlık ve kişiliğe sahiptir; yani her biri tüm ilahlık özelliğine sahiptir. Bu durumda birinci anlamdaki tevhid-i zatîye (O'nun eşi ve benzeri yoktur) ters düşer. 2- Üç ilah bir şahsiyeti teşkil etmekte ve her biri onun bir bölümünü oluşturmaktadır; bu durumda da terkibi gerektirmekte ve tevhid-i zatînin ikinci anlamına (O, basittir) ters düşmektedir.

29. İlke:

Tevhidin ikinci merhalesi, Allah Teala'nın zatî sıfatlarında tevhittir. Biz Allah'ı tüm kemalî sıfatlara sahip bilmekteyiz. Akıl ve vahiy de bu kemal sıfatlarının Allah Teala'da varlığına delalet etmektedir. Dolayısıyla Allah Teala: Alim, Kadir, Hay, Duyan, Gören vs...dir. Bu sıfatlar anlam bakımından birbirinden farklıdırlar. "Alim" kelimesinden anladığımız şey "kadir" kelimesinden anladığımızdan farklıdır. Fakat asıl bahis konusu şudur: Bu sıfatlar mana ve mefhumda birbirlerinden farklı oldukları gibi gerçekte de birbirlerinden farklı mıdırlar; yani acaba Allah Teala'nın varlığında da birbirinden ayrı mıdırlar, yoksa bir midirler?
Bu sorunun cevabında şunu söylemek gerekir: Bu sıfatların Allah Teala'nın zatında ayrılıkları, O'nun zatında kesret ve terkibi gerektirdiğinden, kesinlikle bu sıfatların, mana ve mefhumda birbirinden farklı ve ayrı şeyler olmalarına rağmen, bir ve aynı şeydirler. Başka bir tabirle: Allah Teala'nın zatı basit (yalın) olmasına rağmen bu sıfatların tümüne sahiptir; Allah Teala'nın zatının bir bölümünü ilim, diğer bölümünü kudret ve bir başka bölümünü de hay ve diri oluşu teşkil etmez ve araştırmacıların tabiriyle: O'nun tümü ilimdir, tümü kudrettir ve tümü dirlik ve hayattır...[15]
Dolayısıyla, Allah Teala'nın zatî sıfatları, kadim ve ezelî olmakla birlikte O'nun zatının aynıdır. Allah Teala'nın sıfatlarını ezelî ve kadim, fakat zatıyla aynı olduğunu kabul etmeyenlerin görüşleri ise doğru değildir. Çünkü, bu görüş gerçekte Allah Teala'nın sıfatlarını insana benzetmekten kaynaklanmış ve insandaki sıfatlar onun zatından ayrı olduğu için Allah Teala'da da böyle olduğunu sanmışlardır.
İmam Sadık (a.s) şöyle buyuruyor: "Allah Teala ezelden beri bizim Rabb'imizdir; hiç bir malum, mesmu' (duyulan), mubser (görülen) ve makdur (güç yetirilen) olmadan önce ilim, sem' (duyma), basar (görme) ve kudret O'nun zatının aynıydı."
Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) de Allah Teala'nın sıfatlarının O'nun zatıyla aynı oluşunu şöyle açıklamaktadır: "Tevhidde ihlasın kemâli O'nu (zatından ayrı) sıfatlardan tenzîh etmektir. Çünkü her sıfat, vasfedilenden ve her vasfedilenden de sıfattan ayrı olduğuna tanıklık eder[16]."[17]

30. İlke:

Tevhidin üçüncü merhalesi, yaratıcılığında tevhiddir. Yani, Allah Teala'dan başka yaratıcı yoktur ve varlıkların tümünü yaratan O'dur. Kur'an-ı Kerim tevhidin bu merhalesini vurgulayarak şöyle buyuruyor:
"Her şeyin yaratıcısı Allah'tır. O, tektir, kahredendir."(Ra'd, 16)
"İşte her şeyin yaratıcısı olan Rabb'iniz Allah budur. O'ndan başka tanrı yoktur." (Mü'min, 62)
Vahiy dışında, akıl da yaratıcılıkta tevhide tanıklık etmektedir; çünkü Allah'tan başka her şey mümkün ve muhtaç bir varlıktır ve doğal olarak onun ihtiyacı Allah tarafından giderilmekte ve varlık boyutunda isteklerini O temin etmektedir.
Yaratıcılıkta tevhid, tabii ki varlık aleminde sebep sonuç ilkesini reddetmek anlamında değildir. Çünkü mümkün varlıkların birbiri üzerinde etkisi, Allah'ın iznine bağlıdır; sebebin varlığı ve varlıkların sebebiyeti -her ikisi de- O'nun iradesinin görüntülerinden sayılmaktadır. Güneş ve aya sıcaklık ve parlaklık veren O'dur ve istediği zaman da onlardan bu etkiyi alır. Bu açıdan O tek ve eşsiz yaratıcıdır.
Altıncı ilkede değindiğimiz gibi, Kur'an-ı Kerim de sebep sonuç düzenini onaylamıştır. Nitekim şöyle buyuruyor:"Rüzgarları gönderen, bulutları kaldıran, sonra onu göğe dilediği gibi yayan Allah'tır." (Rum, 48) Bu ayette, bulutları hareket ettirmede rüzgarın etkisi açıkça beyan edilmektedir.
Allah Teala'nın yaratıcılık dairesinin tüm varlıkları kapsamına alması, kulların çirkin işlerinin Allah Teala'ya nispet verilmesini gerektirmez. Çünkü her varlık, mümkün bir varlık olması hasebiyle, Allah'ın genel irade ve gücüne istinat etmeden var olamaz; ancak insan hakkında, onun kendi fiilinde iradeli ve muhtar[18] bir varlık olduğu için, Allah'ın takdiriyle karar verme hakkına sahiptir, itaat ve itaatsizlik bakımından fiilin gerçekleşmesi onun iradesine ve aldığı karara bağlıdır.
Başka bir tabirle: Allah Teala varlıkları yoktan var edendir ve varlık mutlak olarak O'ndandır ve O'na istinat edilir; bu açıdan hiçbir kötülük söz konusu değildir. Nitekim şöyle buyuruyor: "O'dur ki her şeyin yaratılışını güzel yaptı." (Secde, 7) Ancak onun akıl ve din ölçüleriyle bağdaşıp bağdaşmamasına neden olan insanın kararıdır. Konunun daha fazla açıklık kazanması için "yemek" ve "içmek" gibi insanın fiillerinden ikisini göz önünde bulundurduğumuz takdirde, bu iki fiil varlık oldukları için Allah'a isnat edilmekte; fakat varlık onlarda "yemek" ve "içmek" şekline gerçekleştiği ve insan kendi organlarının iradî faaliyetiyle onu bu şekle getirdiği için de bunların faile ait olmaları gerekmektedir; çünkü kesinlikle bu iki fiil bu şekilde Allah'a isnat edilemez. Dolayısıyla, Allah varedendir; insan ise yiyen, içen, fail ve işi yapandır.

31. İlke:

Tevhidin dördüncü merhalesi, rububiyet ile alem ve insanı yönetmekte tevhittir. Rububiyette tevhidin iki boyutu vardır:
1- Tekvinî yönetim;
2- Teşriî yönetim.
Teşriî yönetimi ayrı bir ilkede bahsedeceğiz. Şimdilik tekvinî yönetim çerçevesinde tevhidi ele alalım.
Tekvinî yönetim, varlık alemini yönetmektir; yani varlık aleminin yönetimi -onu icat edip yarattığı gibi- tek ve eşsiz olan Allah Teala'nın elindedir. İnsanların işlerinde bir şeyi meydana getirmekle yönetmek birbirinden ayrılabilir; örneğin birisi bir fabrikayı yapar ve diğeri ise onu yönetir. Fakat varlık aleminde, yaratanla yöneten bir kişidir ve buradaki nükte ise alemin yönetiminin onun yaratılışından ayrı olmayışıdır.
Peygamberler tarihi, yaracılıkta tevhid meselesinin onların ümmetleri arasında tartışılan bir konu olduğunu göstermektedir; eğer şirk vardıysa, genellikle alemin yönetimi ve onu izleyerek kulluk ve tapınma hakkında söz konusuydu. Hz. İbrahim Halil (a.s) döneminde müşrikler sadece bir tek yaratıcıya inanıyorlardı; fakat yanılarak alemin yöneticisinin yıldızlar, ay veya güneş olduğunu sanıyorlardı; Hz. İbrahim'in (a.s) onlarla tartışması da bu konudaydı.[19]
Nitekim Hz. İbrahim'den (a.s) sonra yaşayan Hz. Yusuf'un (a.s) döneminde de şirk; ilah ve rububiyet konusunda söz konusuydu -sanki Allah alemi yarattıktan sonra, onun yönetimini diğerlerine bırakmıştı- ve bu konu Hz. Yusuf'un (a.s), zindan arkadaşlarıyla konuşmasından apaçık anlaşılmaktadır. Onlara şöyle diyor ki: "Çeşitli tanrılar mı iyi, yoksa her şeyi (hükmü altında tutan) kahredici Allah mı?" (Yusuf, 39)
Yine Kur'an ayetlerinden, Hz. Resulullah (s.a.a)'in dönemindeki müşrikler kaderlerinin bir bölümünün mabutlarının elinde olduğuna inandıkları anlaşılmaktadır. Nitekim şöyle buyuruyor: "Kendilerine destek olsunlar diye Allah'tan başka tanrılar edindiler." (Meryem, 81)
Yine şöyle buyuruyor: "Belki kendilerine yardım edilir diye Allah'tan başka tanrılar edindiler. (O tanrılar) kendilerine yardım edemezler. Tersine, kendileri onlar için hazırlanmış askerlerdir." (Yâsîn, 74-75)
Kur'an-ı Kerim çeşitli ayetlerde müşrikleri, "siz kendilerine ve tapanlara bir yarar veya zarar dokundurmaya gücü yetmeyen şeylere tapmaktasınız", diye buyurmaktadır. Bu gibi ayetler, Hz. Resulullah (s.a.a)'in dönemindeki müşriklerin, mabutlarının yarar ve zarar verebildiğine inandıklarını[20] ve bunun da onların putlara tapmalarına neden olduğunu göstermektedir. Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in dönemindeki müşriklerin inançlarını ortaya koyan bu ve benzeri ayetler, onların yaratıcılıkta tevhide inanmakla birlikte, Allah'ın ilahlığı konusunda bazı şeylerde müşrik olduklarını ve o şeylerde kendi mabutlarını etkili bildiklerini göstermektedir. Kur'an-ı Kerim onları putlara tapmaktan alıkoymak için bu inancı batıl bilerek, "sizin mabutlarınızın böyle bir rolü olamaz", buyuruyor.
Bazı ayetler ise müşrikleri, Allah Teala için eş ve benzer tuttukları ve onları Allah kadar sevdikleri için kınıyor:"İnsanlardan kimi, Allah'tan başka eşler tutar, Allah'ı sever gibi onları severler." (Bakara, 165)
Allah Teala'ya ortak koşmanın kınandığı diğer ayetlerde de görmekteyiz[21] ve bu ayetlerden anlaşıldığı üzere, müşrikler onların Allah Teala'nın özelliklerine sahip olduklarına inanıyorlardı. Daha sonra onların bu makamlara sahip olduklarını sandıkları için de onları severek adeta kendilerine tapınıyorlardı. Başka bir tabirle: Onları bazı açılardan Allah Teala'nın eşi, benzeri ve şeriki sandıkları için onlara tapıyorlardı.
Kur'an-ı Kerim kıyamet gününde müşriklerin kendilerini ve putlarını şöyle kınayacaklarını beyan ediyor: "Vallahi biz apaçık bir sapıklık içindeymişiz! Çünkü sizi (putları) âlemlerin Rabb'îne eşit tutuyorduk." (Şuarâ, 97-98)
Evet, Allah Teala'nın ilahlık dairesi çok geniştir; bu nedenle Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in dönemindeki müşrikler rızık, diriliş, emanet ve alemin genel yönetimi gibi önemli konularda muvahhid idiler.
Nitekim şöyle buyuruyor: "De ki: Sizi gökten ve yerden kim rızıklandırıyor? Ya da o kulak(lar)ın ve gözlerin sahibi kimdir? (Onları yaratıp yöneten kimdir)? Ölüden diriyi, diriden ölüyü kim çıkarıyor? Kim buyruğu(nu) yürütüyor (kainatı yönetiyor)? "Allah", diyecekler. De ki: O halde (O'nun azabından) korunmuyor musunuz?!" (Yunus, 31)
"De ki: Biliyorsanız (söyleyin) dünya ve içinde bulunanlar kimindir? "Allah'ındır", diyecekler. O halde neden anmıyorsunuz? de. Yedi göğün Rabb'i ve büyük Arş'ın Rabb'i kimdir? de. Bunlar, "Allah'ındır", diyecekler. O halde neden (O'nun azabından) korunmuyorsunuz?! de." (Mü'minûn, 84-87)
Fakat bu kişiler, daha önce değindiğimiz Meryem ve Yâsîn suresinin ayetleri gereğince, savaşta galip gelme, yolculukta tehlikeden korunma gibi şeylerde alemin kaderinde mabutlarının bir etkisi olduğunu sanıyor ve bundan da öte, şefaati onların hakkı bilerek onların Allah Teala'nın izni olmaksızın şefaat edebileceklerini ve şefaatlerinin etkili olacağını sanıyorlardı.
Dolayısıyla, bazı kişilerin, bazı şeylerin yönetimini Allah Teala'ya has bilerek müvahhid olmalarıyla şefaat, yarar ve zarar sağlamak, izzet ve mağfiret, yönetim ve bazı işleri elinde bulundurma gibi şeyleri mabutlarına ait bilip onlarda mabutlarının etkili olacağına inanmaları arasından bir çelişki yoktur.
Evet, bazen müşrikler Allah'a ortak koşmalarına ve putperestliklerine geçerlilik kazandırmak için şöyle diyorlardı: Bizi putlar aracılığıyla Allah'a yakın olmak için onlara tapıyoruz (yani yaşamımızda onları etkili bilmiyoruz). Kur'an-ı Kerim onların bu izahını şöyle naklediyor: "Biz bunlara, sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz." Ancak ayetin devamında onların bu konuda yalan söylediklerini açıklıyor: "Allah, yalancı, nankör insanı doğru yola iletmez." (Zümer, 3)
Fakat rububiyet ve ilahlıkta tevhid, insan ve dünya hakkında Allah'ın -küllî veya cüzî- izni olmaksızın Allah'tan başkasının her türlü bağımsız yönetim düşüncesini geçersiz kılmak anlamındadır. Kur'an-ı Kerim'in tevhidî mantığı, her türlü müstakil yönetim düşüncesini iptal ederek Allah'tan başkasına ibadeti batıl ve geçersiz bilmektedir.
Rububiyette tevhidin delili apaçık bellidir: Çünkü alem ve insan hakkında "yaratılış düzeninin yönetimi" onun "yaratılışı"ndan ayrı değildir. Ve eğer alemle insanın yaratıcısı bir kişiyse, onların yöneticisi de bir kişidir. İşte yaratıcılıkla alemin yönetimi arasındaki bu bağlantı nedeniyle Allah Teala Kur'an-ı Kerim'de göklerin yaratılışından bahsederken, kendisini alemin yöneticisi olarak tanıtarak bağımsız buyuruyor:
"Allah odur ki gökleri, görebileceğiniz bir direk olmadan yükseltti, sonra Arş üzerine istivâ etti, güneşi ve ay'ı iradesine boyun eğdirdi. Hepsi belli bir süre için akıp gitmektedir. (Yaratma) işi(ni) O düzenler..." (Râ'd, 2)
Başka bir ayette varlık alemine hakim olan düzeni alemin yöneticisinin bir ve tek olduğunun delili kabul ederek şöyle buyuruyor:
"Eğer yerde, gökte Allah'tan başka tanrılar olsaydı; ikisi de (yer de, gök de) bozulup gitmişti." (Enbiyâ, 22)
Yönetimde tevhid, "Allah Teala'nın izniyle" görevlerini yerine getirmekte olan ve gerçekte Allah Teala'nın rububiyetinin mazharlarının bir cilvesi olan diğer yöneticilere inanmakla çelişmez. Dolayısıyla, Kur'an-ı Kerim rububiyette tevhidi vurgulamakla birlikte, başka yöneticilerin de varlığını açıkça vurgulayarak şöyle buyuruyor: "İşi düzenleyenlere..." (Nazi'at, 5)

32. İlke:

Tedbir ve yönetimden maksat, ister dünyada olsun, ister ahirette, ister yaratma boyutunda olsun, ister yasama tüm alanlarda insan ve dünyayı idare etmektir. Dolayısıyla, insanoğlunun işlerini yönetmek tüm alanlarda tek olan Allah Teala'ya hastır.
Şimdi rububiyette tevhidin ikinci kısmına (teşriî yönetim) dikkat ediniz:

TEŞRİÎ YÖNETİM:

Allah Teala, geniş yaratılış aleminde yegane yönetici olduğu, varlık alemini ve insanların yaşantısını elinde bulundurduğu (tekvinî yönetim) gibi şeriat ve yasamayla ilgili her şey -hükümet, kanun koymak, itaat, şefaat ve suçların affı- de O'nun elindedir ve O'nun izni olmaksızın hiç kimse bu konularda tasarruf edemez. İşte bu nedenle hakimiyette tevhid, yasamada tevhid, itaatte tevhid... yönetimde tevhidin dallarından sayılmaktadır.
Dolayısıyla, eğer Hz. Resulullah (s.a.a) Müslümanların yöneticisi seçilmişse, bu seçim Allah'ın izniyle gerçekleşmiştir ve işte bu nedenle ona itaat aynen Allah'a itaat gibi gerekli sayılmıştır, hatta Allah'a itaatin özü bilinmiştir. Allah Teala şöyle buyuruyor: "Kim Resul'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur." (Nisâ, 80) Ve yine buyuruyor ki: "Biz hiçbir elçiyi, Allah'ın izniyle itaat edilmekten başka bir amaçla göndermedik." (Nisâ, 64) Çünkü eğer Allah'ın izni ve emri olmasaydı, peygamber ne yönetici olurdu, ne de kendisine itaat edilirdi ve gerçekte, onun hükümeti ve ona itaat ediliş Allah'ın hükümet ve itaatinin tecelligâhıdır.
Ayrıca görev tayini ilahlık işlerinden olduğu için hiç kimse Allah'ın emrettiği dışında bir şeye hüküm verme hakkına sahip değildir: "Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte kafirler onlardır!" (Mâide, 44)
Yine şefaat ve günahları affetmek Allah Teala'ya has haklardandır ve hiç kimse onun izni olmaksızın şefaat edemez; nitekim şöyle buyuruyor: "O'nun izni olmadan kendisinin katında kim şefaat edebilir?" (Bakara, 255) Ve yine şöyle buyuruyor: "(Allah'ın) razı olduğundan başkasına şefaat edemezler." (Enbiyâ, 28)
Dolayısıyla, İslam açısından, Hıristiyanlıkla olduğu gibi ilahî makam dışında bir kişinin cenneti satabileceği veya birinden ahiret azabını uzaklaştırabileceği düşüncesiyle af ve bağışlama kartlarının alış-verişi temel ve esası olmayan bir şeydir; nitekim şöyle buyuruyor:"Günahlarının bağışlanmasını dilerler. Günahları da Allah'tan başka kim bağışlayabilir?" (Âl-i İmrân, 135)
Muvahhid bir insan bu söylediklerimizi göz önünde bulundurarak, din ve yasamayla ilgili konularda Allah Teala'yı yegane merci ve yönetici kabul etmeli; sadece Allah Teala'nın kendisi hüküm sürmesi ve dinî vazifeleri beyan etmesi için birini seçmişse bu durumda ona itaat edilmelidir.

33. İlke:

İbadette tevhid, bütün ilahî dinler arasında ortak bir ilkedir ve bir anlamda peygamberlerin gönderilişinden hedef de bu ilkeyi hatırlatmaktır; nitekim şöyle buyuruyor:"Andolsun biz her millet içinde: Allah'a kulluk edin, tağut(a tapmak)dan kaçının, diye bir elçi gönderdik."(Nahl, 36) Tüm Müslümanlar namazda ibadette tevhide tanıklık ederek şöyle demekteler: "Yalnız sana kulluk ederiz." (Fatiha, 5)
Dolayısıyla, sadece Allah'a tapmanın ve O'ndan başka her şeyden uzaklaşmanın gerektiği kesindir; hiç kimse bu genel kurala karşı değildir. Eğer tartışma konusu varsa, o da bazı şeyleri yapmanın Allah'tan başkasına ibadet olup olmadığı üzerindedir. Bu konuda kesin bir sonuca varmak için ibadet teriminin mantıklı bir şekilde tanımlanması ve tapınma adı altında yapılan amelin saygı ve tazim için yapılan amelden ayrılması gerekir.
Şüphesiz babaya, anneye, peygamberlere ve Allah'ın velilerine tapmak haram ve şirktir; buna rağmen onlara saygı göstermek ve tazim etmek de gerekli ve tevhidin özüdür: "Rabb'in, yalnız kendisine tapmanızı ve anaya, babaya iyilik etmenizi emretti." (İsrâ, 23) Şimdi "ibadet"i "saygı"dan ayıran etkenin ne olduğuna ve bir amelin bazı durumlarda (örneğin meleklerin Adem'e ve Yakupoğulları'nın Yusuf'a secde etmesi gibi) tevhidin özüyken, bazı durumlarda (örneğin, putların karşısında secde etmek gibi) şirk ve putperestlik olmasının nedenlerine bakalım. Aslında bu sorunun cevabı daha önce işlediğimiz yönetimde tevhid konusunda apaçık anlaşılmaktadır.
Allah'tan başkasından nehyedilen ibadet ve tapınmak, insanın, bir varlığın bağımsız olarak dünya veya insanın kaderini ya da bu ikisinin bir bölümünün yönetimini elinde bulundurduğu ve başka bir tabirle, "insan ve dünyanın maliki" ve "Rabb"i olduğu inancıyla onun karşısında huzu etmesine denir.
Ancak bir varlık karşısında, Allah'ın salih kulu, fazilet ve keramet sahibi, insan hakkında ihsan ve iyilik kaynağı olması bakımından huzu edilirse, böyle bir amel ibadet değil, saygı ve ta'zimdir. Meleklerin veya Yakupoğulları'nın secdesi, şirk ve Allah'tan başkasına ibadet rengini taşımıyorsa, bu huzunun onların ilah ve rabb oldukları inancından değil, Adem ve Yusuf'un saygın bir kul oldukları (onların Allah katında saygınlığından) kaynaklanmaktadır.
Bu kuralı göz önünde bulundurarak, Müslümanların kutsal türbelerde Allah'ın yakın velilerine gösterdikleri saygı ve tazim hakkında da hükmedilebilir. Açıktır ki kutsal türbeleri öpmek veya Hz. Resulullah'ın veladet ve peygamberliğe seçildiği günde sevinmek, Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'e karşı saygı ve sevgi göstermektir ve bu durum kesinlikle onun ilah ve tanrı olduğu inancından kaynaklanmamaktadır. Yine Allah velilerinin mehdinde okunan şiir, methiye ve ağıtlar, Hz. Resulullah'ın (a.s) anılarını korumak ve din büyüklerinin mezarları üzerinde türbe yapmak da şirk, bid'at ve şirk değildir; çünkü ameller, Allah'ın velilerinin ilah oldukları inancından değil, onları sevmekten kaynaklanmaktadır; bidat da değildir, çünkü bu ameller, Hz. Resulullah (s.a.a) ve Ehl-i Beyt'ini sevmenin gerekliliğini vurgulayan Kur'an-ı Kerim ve hadislere dayanmaktadırlar. Bizim, veladet ve Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in peygamberliğe seçildiği günlerde saygılı davranışlarımız, bu saygıyı göstermenin bir cilvesidir (bu konuyu, bid'atla ilgili konuda açıklayacağız).
Bunun karşısında, müşriklerin putlar karşısında secdesi reddedilmiştir; çünkü onların secdesi putların ilah ve rabb olduğu, insanların kaderlerinin bir kısmının putların elinde olduğu inancından kaynaklanmaktaydı. Müşrikler en azından izzet ve zilletin, mağfiret ve şefaatin putların elinde olduğuna inanıyorlardı.

Üçüncü Bölüm

AKAİD KÜLLİYATI

(2)

ALLAH'IN SIFATLARI

34. İlke:

Allah Teala'nın zatı sonu olmayan bir gerçek olduğu, eşi ve benzeri bulunmadığı için insan, Allah'ın zatının künhünü idrak edemez; ancak buna rağmen O'nu cemal ve celal sıfatlarıyla tanıyabilir.
Cemal sıfatlarından maksat, ilim, hayat ve irade gibi Allah Teala'nın sahip olduğu mükemmellikleri gösteren sıfatlardır.
Cemal sıfatlarından maksat ise, Allah Teala'nın kendileriyle tavsif edilmekten yüce olduğu sıfatlardır. Çünkü bu sıfatlar, sıfatlandırdıkları şeyi eksik, noksan, aciz ve güçsüz olduğunu göstermektedirler; oysa Allah Teala, mutlak gani olup her türlü kusur ve eksiklikten münezzehtir. Cisim olmak, bir mekanı bulunmak, bir zamanda yer almak ve parçalardan oluşmak gibi şeyler bu sıfatlardandır. Bazen bu sıfatlar subutî ve selbî sıfatlar diye de ayrılmaktadırlar; ama her iki tabir de aynı şeyi ifade etmektedir.

35. İlke:

Tanıma konusunda, gerçekleri tanımanın temel yollarının his, akıl ve vahiy olduğunu söyledik. Allah'ın celal ve cemal sıfatlarını tanımak için de bu iki yoldan yararlanılabilir.
1- Akıl: Varlık alemini ve ondaki Allah'ın yaratıkları olan gizli simge ve sırları incelediğimizde Allah Teala'nın sahip olduğu mükemmelliklere ulaşmaktayız. Acaba bu büyük yaratılış sarayının bilinçsiz, güçsüz ve iradesiz yapıldığı düşünülebilir mi?! Kur'an-ı Kerim bu konuda aklın hükmünü teyit etmek için alemdeki ve canlardaki yaratılış nişanelerini incelemeye davet ederek şöyle buyuruyor:
"De ki: Göklerde ve yerde olanlara bakın!" (Yunus, 101)
Elbette tabiat alemini incelerken, akıl bu yolu hissin yardımıyla katetmektedir. Şöyle ki, ilk önce his hayretle objeyi idrak etmekte, sonra da akıl yaratığın insanı hayrete düşürmesini onun yaratıcısının azamet ve cemalinin nişanesi saymaktadır.
2- Vahiy: Kesin deliller peygamberlik ve vahyi ispatlayıp Kitab ve peygamberin söylediklerinin tümünün Allah Teala tarafından olduğu anlaşıldıktan sonra, doğal olarak Kitab ve sünnette geçenler Allah'ın sıfatlarını tanımada insanoğluna kılavuzluk edebilir. Bu iki mercide Allah Teala en üstün sıfatlarla tavsif edilmiştir. Bu konuda Kur'an-ı Kerim'de Allah Teala için 135 isim ve sıfat sayıldığını bilmek yeterlidir; bunların en önemlilerinden biri ise şudur.
"Öyle Allah ki O'ndan başka ilah yoktur. Görülmeyeni ve görüleni bilendir. O çok esirgeyen, çok acıyandır. O, öyle Allah'tır ki O'ndan başka tanrı yoktur. Pahişahtır, mukaddestir, selam (esenlik veren), mümin (güvenlik veren), müheymin (gözetip koruyan), aziz (üstün, galip) cebbar (istediğini zorla yaptıran), mütekebbir (çok ulu)dur! Allah (puta tapanların) artık koştukları şeylerden münezzehtir. O, yaratan, vareden, (varlığa getirdiklerine) şekil veren Allah'tır. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde bulunanların hepsi O'nun şanının yüceliğini anlar. O, aziz (mutlak galip), hakim (hükümdar, her şeyi hikmetle yapan)dır." (Haşr, 22-24)
Burada şunu da hatırlatmamız gerekir ki, Allah'ın sıfatlarını tanıma konusundan sakınanlar gerçekte "muattala" grubundandırlar; çünkü insanı akıl ve vahyin yönelttiği yüce maariften mahrum etmektedirler ve eğer böyle bir maarif hakkında bahsedip konuşmak yasak olursa, Kur'an-ı Kerim'de bu kadar sıfatın sayılmasına ve onların üzerinde düşünmeye emredilmesine hiç gerek kalmazdı.

36. İlke:

a- Zatî sıfatlar.
b- Fiilî sıfatlar.
Zatî sıfatlardan maksat, Allah Teala'nın kendileriyle tavsif edilmesi için O'nun zatının tasavvur edilmesi yeterli olan ve başka bir tabirle ilim, güç ve hayat gibi Allah Teala'nın zatından alınan sıfatlardır.
Fiil sıfatlarından maksat ise, Allah Teala'nın, fiillerini göz önünde bulundurarak kendisiyle sıfatlandığı sıfatlardır; yaratıcılık, rızık vericilik, affedicilik vb. gibi; bunların tümü fiilin Allah Teala'dan kaynaklanmasını göz önünde bulundurarak O'ndan alınmaktadır.
Başka bir tabirle, Allah Teala'dan yaratmak ve rızık vermek adında bir fiil kaynaklanmadığı sürece, her ne kadar zatı itibariyle yaratma, rızık vermek, rahmet ve mağfiret etme gücüne sahip olsa bile O'nu bilfiil yaratıcı ve rızık verici olarak kabul edemeyiz.
Son olarak şunu da hatırlatalım ki, Allah Teala'nın tüm fiilî sıfatları O'nun zatından ve zatî kemalatından kaynaklanmaktadır; yani Allah Teala bütün bu fiilî kemalatın kaynağı olan mutlak bir kemale sahiptir.

ALLAH'IN ZATÎ SIFATLARI

Allah Teala'nın sıfatlarının subutî ve selbî ve yine zatî ve fiilî sıfatlara ayrıldığını öğrendikten sonra onunla ilgili en önemli meseleleri söz konusu etmemiz uygun olacaktır:

37. İlke:

A- Ezelî ve Kapsamlı İlim

Allah'ın ilmi, O'nun zatının özü olması hasebiyle ezelî ve sonsuzdur. Allah Teala zatî ilmi dışında, ister küllî olsun ve ister cüzî, ister vuku bulmadan önce olsun ve ister vuku bulduktan sonra, zatın ötesindeki şeylerden de haberdardır. Kur'an-ı Kerim bu gerçeği önemle vurgulayarak şöyle buyuruyor: "Allah, her şeyi bilendir." (Ankebut, 62) Ve yine şöyle buyuruyor:"Yaratan bilmez mi? O latiftir, haber alandır." (Mülk, 14) Ehl-i Beyt İmamlarından (a.s) nakledilen hadislerde de çeşitli yerlerde Allah Teala'nın ilminin ezelî ve kapsamlı oluşu vurgulanmıştır; nitekim İmam Sadık (a.s) şöyle buyuruyor: "Yaratılıştan önce mekan hakkındaki ilmi, onun yaratılmasından sonrası gibidir; O'nun ilmi bütün her şeyde böyledir."[22]

B- Kapsamlı Güç

Allah Teala'nın gücü, ilmi gibi ezelî olup O'nun zatının özü olması hasebiyle ilmi gibi sınırsızdır. Kur'an-ı Kerim Allah Teala'nın ilminin kapsamlılığını vurgulayarak şöyle buyuruyor: "Allah, her şeye kadirdir." (Ahzab, 27) Ve yine buyuruyor ki: "Allah, her şeye güç yetirendir."(Kehf, 45)
İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmaktadır: "Her şey O'nun yanında ilim, güç, sulta, malikiyet ve kuşatma bakımından eşittir."[23]
Ayrıca, eğer zatları hasebiyle muhal ve imkansız olan şeyleri meydana getirmek Allah Teala'nın güç ve kudret dairesi dışında ise, Allah Teala'nın güç ve kudretinin yetersizliğinden değil, onun gerçekleşme ve var olma kabiliyetinin olmamasındandır (başka bir tabirle, noksanlık alıcıdadır). Müminlerin Emiri Hz. Ali'den (a.s) muhal ve imkansız şeylerin meydana gelişi hakkında sorulduğunda şöyle buyurmuştur:
"Gerçekten Allah Teala'ya acizlik isnat edilemez; fakat olmayacak olan senin sorduğun şeydir."[24]

C- Hayat

İlim ve güç sahibi Allah, kesinlikle diridir de; çünkü ilk iki sıfat diri varlığın özelliklerindendir; işte buradan Allah Teala'nın hay=diri oluşunun delilleri de anlaşılmaktadır. Elbette Allah Teala'daki hayat sıfatı, O'nun diğer sıfatları gibi her türlü eksiklikten uzaktır ve bu sıfatın insandaki özelliklerinden (ölüme maruz kalması gibi) münezzehtir. O, zatı itibarıyla hay olduğu için O'nun hakkında ölüm söz konusu olamaz. Başka bir tabirle, Allah Teala'nın varlığı mutlak kemal olduğu için kesinlikle bir türlü eksiklik olan ölüm O'nun hakkında söz konusu olmaz. Nitekim şöyle buyuruyor: "Ve ölmeyen (diriy)e tevekkül et." (Furkan, 58)

D- İrade

Kendi fiilinden haberi olan bir fail, haberi olmayandan mükemmeldir. Nitekim kendi fiilinde serbest ve iradeli olan (istediğinde yapan ve istemediğinde yapmayan) bir fail de fiili yapmak veya terk etmek zorunda olan mecbur ve zorunlu failden daha mükemmeldir. Bu noktayı ve yine varlık aleminde Allah Teala'nın en mükemmel varlık olduğunu dikkate alarak Allah Teala'nın başkası tarafından mecbur edilmeyen veya zat tarafından zorunlu kılınmayan iradeli bir fail olduğunu söylemek gerekir; "Allah Teala iradelidir" dediğimizde O'nun serbest olduğunu kastetmekteyiz.
İnsanda meşhur olduğu üzere tedricî ve meydana gelmiş bir şey anlamında bir irade Allah Teala'nın zatında söz konusu değildir. Bu nedenle Ehl-i Beyt İmamlarının (a.s) hadislerinden insanların hata ve sapmasını önlemek için, Allah'ın iradesi, fiilin gerçekleşmesi ve yapılması anlamında kabul edilmiştir. Nitekim şöyle buyuruyor:"İnsanın iradesi, peşinden fiilin gerçekleştiği bir iç durumdur; fakat Allah'ın iradesi böyle bir durum söz konusu olmadan fiilin gerçekleşmesidir."[25]
Bu açıklamadan anlaşılıyor ki, serbestlik anlamında irade, zatî sıfatlardan olup icat etmek ve var etmek anlamında fiilî sıfatlardandır.

ALLAH'IN FİİLÎ SIFATLARI

Şimdi, Allah Teala'nn zatî sıfatlarıyla ilgili ana başlıklarla tanıştıktan sonra, bazı fiilî sıfatlarla da tanışmamız yerinde olacaktır. Burada üç sıfatı inceleyeceğiz:
1- Konuşma;
2- Doğruluk;
3- Hikmet.

38. İlke:

Kur'an-ı Kerim Allah Teala'yı konuşma sıfatıyla vasfederek şöyle buyuruyor: "Ve Allah Musa ile de konuşmuştu." (Nisâ, 164)
Ve yine şöyle buyuruyor: "Allah bir insanla (karşılıklı) konuşmaz. Ancak vahiyle, yahut perde arkasından konuşur; yahut bir elçi gönderip izniyle dilediğini vahyeder." (Şurâ, 51)
Dolayısıyla, konuşmanın Allah'ın sıfatlarından biri olduğunda şüphe yoktur; ancak asıl bahis konusu bu işin nasıl gerçekleştiği, bu sıfatın, Allah Teala'nın zatî sıfatlarından mı, yoksa fiilî sıfatlarından mı olduğundadır. Çünkü, açıktır ki konuşma, insanda olduğu şekliyle Allah Teala hakkında söz konusu değildir.
Konuşma sıfatı Kur'an-ı Kerim'de geçtiğinden, bunun gerçeğini anlamak için de Kur'an-ı Kerim'e müracaat etmemiz gerekiyor. Yukarıda gördüğümüz gibi Kur'an-ı Kerim'in, Allah Teala'nın, kullarıyla konuşmasını üç şekilde beyan ederek şöyle buyuruyor: "Allah bir insanla (karşılıklı) konuşmaz. Ancak vahiyle, yahut perde arkasından konuşur; yahut bir elçi gönderip izniyle dilediğini vahyeder. O, yücedir, hakimdir (her şeyi hikmeti uyarınca ve yerli yerinde yapar)." (Şurâ, 51) Yani beşer şu üç yolun dışında Allah Teala'yla konuşamaz:
1- Vahiy ve kalbine ilham olarak.
2- Perde arkasından; bu durumda beşer Allah'ın buyruğunu duyar, fakat O'nu görmez; nitekim Hz. Musa'nın (a.s) Allah Teala'yla konuşması da böyleydi.
3- Elçi (melek) göndererek Allah'ın izniyle ona vahyeder.
Bu ayette Allah Teala'nın konuşması şu şekilde beyan edilmiştir: Allah Teala bazen arada bir vasıta olmaksızın ve bazen de melek vasıtasıyla bir söz icat eder. Ayrıca, birinci durumda, bazen söz direkt olarak peygamberin kalbine iner ve bazen de kulak vasıtasıyla onun kalbine ulaşır. Her üç durumda konuşmak, söz icat etmek anlamında olup Allah'ın fiilî sıfatlarındandır.
Kur'an-ı Kerim'in kılavuzluğuyla Allah'ın konuşması bu şekilde tefsir edilmiştir; fakat bunun yanında diğer bir tefsir ise şöyledir: Allah Teala dünyadaki varlıkları kendi "kelimeleri" saymaktadır; nitekim şöyle buyuruyor: "De ki: Rabb'imin sözleri(ni yazmak) için deniz mürekkep olsa, Rabb'imin sözleri tükenmeden önce deniz tükenir. Yardım için bir o kadarını daha getirsek (yine yetmez)." (Kehf, 109)
Bu ayette, "kelimeler"den maksat, Allah Teala'nın kendi zatından başka kimsenin saymaya güç yetiremeyeceği O'nun yaratıklarıdır. Kur'an-ı Kerim'in bir ayette Hz. İsa'yı (a.s) "Kelimetullah=Allah'ın sözü" saymış olması bunun en bariz delilidir; nitekim şöyle buyuruyor: "O'nun Meryem'e attığı kelimesidir." (Nisâ, 171)
Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s) konuşmalarının birinde Allah'ın kelamını O'nun icadı ve fiili olarak yorumlamış ve şöyle buyurmuştur: "Olmasını istediği şeye "ol" der o da oluverir; ama ezici bir sesle değil, işitilen bir nidayla da değil; O'nun kelamı O'nun fiilidir, ilk defa (yoktan varettiği) ve başkalarına benzemeyen bir eylemdir."[26]

39. İlke:

Yukarıda Allah'ın kelamının gerçeği iki şekilde yorumlandı ve ikinci yorumun birincisinden daha geniş olduğu anlaşıldı; ayrıca Allah'ın kelamının kadim değil hadis olduğu ispatlanmış oldu. Çünkü O'nun kelamı O'nun fiilidir ve doğal olarak Allah'ın fiili hadistir ve sonuçta "kelam" da hadistir.
Allah'ın kelamı hadis olmasına rağmen edep kurallarını gözetmek ve yine yanlış anlaşılmaması için Allah'ın kelamına "mahluk=yaratılmış" demiyoruz; çünkü bu durumda onu "uydurulmuş" ve "yapmacık" olarak tefsir edebilirler. Aksi durumda, eğer bu durum söz konusu olmasaydı Allah dışındaki her şey O'nun mahluku ve yaratığıdır. Süleyman b. Cafer Caferî şöyle diyor: Yedinci İmam Musa b. Cafer'e (a.s) "Kur'an mahluk mudur?" diye sorduğumda, İmam (a.s), "Ben, Kur'an Allah'ın kelamıdır, diyorum" buyurmuştur.[27]
Burada şu noktayı da açıklamak zorundayız: Üçüncü asrın başlarında, hicri kamerî 212 yılında, Müslümanlar arasından Kur'an-ı Kerim'in kadim mi, yoksa hadis mi olduğu hususunda bir mesele söz konusu oldu; bu konu Müslümanlar arasında şiddetli bir ihtilaf ve ikiliğe neden oldu; oysa Kur'an-ı Kerim'in kadim olduğundan yana olanlar, iddialarını ispatlamak için doğru-dürüst bir izah getiremiyorlardı; çünkü bazı ihtimallere göre Kur'an-ı Kerim kesinlikle hadis ve bazı ihtimallere göre de kadimdir.
Eğer maksat Kur'an-ı Kerim kitabı ve Kur'an-ı Kerim'in okunan kelimeleri ise veya Cebrail-i Emin'in Allah Teala'dan alıp Hz. Resulullah (s.a.a)'in kalbine indirdiği kelimeler ise, kesinlikle bunların tümü hadistir. Fakat eğer maksat bir bölümünü peygamberlerin kıssası ve Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'in gazveleri oluşturan anlam ve mefhumlarsa; bunları da kadim bilemeyiz.
Ve nihayet eğer maksat, Allah Teala'nın lafız ve mana açısından Kur'an-ı Kerim hakkındaki ilmiyse, kesinlikle Allah Teala'nın ilmi kadim ve O'nun zatî sıfatlarındandır; fakat ilim kelamdan ayrıdır.

40. İlke:

Allah Teala'nın sıfatlarından biri de "sıdk=doğruluk"tur; yani Allah sözünde doğru konuşandır ve O'nun sözünde yalan söz konusu olamaz. Bunun da delili açıktır; çünkü yalan cahillerin, muhtaçların, acizlerin ve korkanların tarzıdır; oysa Allah tüm bunlardan münezzehtir. Başka bir tabirle, yalancılık çirkindir ve Allah Teala ise çirkin işten münezzehtir.

41. İlke:

Allah Teala'nın kemal sıfatlarından biri de "hikmet"tir; nitekim "Hekim" O'nun isimlerindendir. Allah Teala'nın "hekim" oluşundan maksat şudur:
1- Allah Teala'nın fiilleri nihaî kemal ve sağlamlığa sahiptir.
2- Allah Teala çirkin ve abes işleri yapmaktan münezzehtir.
Birinci delili, yüce yaratılış sarayını en güzel bir şekilde ayakta tutan varlık aleminin insanı hayrete düşüren düzenidir; Nitekim Allah Teala şöyle buyuruyor: "(Bu) her şeyi gayet iyi yapan Allah'ın yapısıdır." (Neml, 88)
İkincisi delili ise şu ayettir: "Gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri boş yere yaratmadık." (Sâd, 27)
Tüm bunların dışında, Allah Teala mutlak kemaldir; O'nun fiili de mükemmel olup abes ve boş şeylerden münezzehtir.

ALLAH'IN SELBÎ SIFATLARI

42. İlke:

Allah Teala'nın sıfatlarını kısımlara ayırırken O'nun sıfatlarının iki çeşit olduğunu hatırlattık: Birincisi cemal, diğeri ise celal sıfatları. O'nun kemalî sıfatlarına cemalî sıfatlar veya subutî sıfatlar denilmekte ve eksiklik türünden olan şeylere ise celal sıfatları veya selbî sıfatlar adı verilmektedir.
Selbî sıfatlardan amaç, Allah Teala'nın eksiklik ve muhtaç olmaktan tenzih edilmesidir. Allah'ın zatı mutlak ganî ve kemal olduğu için eksiklik ve muhtaç olmayı ifade eden bütün sıfatlardan uzaktır. Bu nedenle, İslam mütekellimleri şöyle diyorlar: Allah cisim ve cismanî bir varlık değildir, bir şey için yer ve mekan değildir ve hiçbir şeye de hulul etmez; çünkü bu özelliklerin tümü varlıkların eksiklik ve muhtaç oluşlarını gerektirmektedir.
Eksikliği bildiren sıfatlardan biri de görünür olmaktır; çünkü görünür olmak, görünmek için gerekli olan sıfatların gerçekleşmesini icap eder; bu cümleden görünen şey:
a- Belli bir yer ve yönde yer almalıdır.
b- Karanlıkta olmamalı ve ışık almalıdır.
c- Görenle O'nun arasında belli bir mesafe olmalıdır.
Bu şartların her şeyden üstün olan Allah Teala hakkında değil; cismanî ve maddî varlıklar hakkında söz konusu olduğu açıktır.
Ayrıca; görünen Allah hakkında şu iki durum söz konusudur: Ya vücudunun tümü görünmekte veya sadece bir bölümü görünmektedir. Birinci durumda her şeyi kuşatan Allah Teala sınırlanmış olacak; ikinci durumda ise uzuv ve ecza sahibi olacaktır. Oysa Allah'ın şanı her ikisinden de yücedir.
Bu söylediklerimizin tümü gözle görmek ve hissetmekle ilgiliydi; mükemmel iman sayesinde elde edilen batinî müşahede ve kalp gözüyle görmek bahsi ise konumuzun dışındadır ve Allah'ın velileri hakkında böyle bir şeyin mümkün olduğu ve gerçekleştiği şüphesizdir.
Müminlerin Emiri Hz. Ali (a.s)'ın ashabından olan Za'leb-i Yemanî o hazrete, "Rabb'ini gördün mü?" diye sorduğunda o hazret, "Ben görmediğim bir şeye tapmam" cevabını verdi. Za'leb, "Onu nasıl gördün?" diye sorduğunda ise, "Gözler O'nu göremez; fakat kalpler imanın gerçekleriyle O'nu görür" buyurdu.[28]
Baştaki gözle Allah Teala'yı görmenin aklen imkansız oluşu dışında Kur'an-ı Kerim de açıkça görmenin mümkün olmadığını vurgulamaktadır.
Hz. Musa (a.s) -İsrail oğullarının ısrarı üzerine- Allah'ı görmeyi isteyince olumsuz cevap alıyor; Kur'an-ı Kerim bu olayı ve şöyle anlatıyor: "Rabb'im, bana (kendini) göster, sana bakayım! dedi. (Rabb'i) buyurdu ki: Sen beni asla göremezsin." (A'raf, 143)
Burada şöyle bir soruyla karşılaşabiliriz: Eğer Allah'ı görmek mümkün değilse, o halde neden Kur'an-ı Kerim, "kıyamet günü salih kullar O'na bakacaklar", buyuruyor; örneğin: "Yüzler var ki o gün ışıl ışıl parıldar, Rabb'ine bakar." (Kıyamet, 22-23)
Bu sorunun cevabı şudur: Ayetteki bakmaktan maksat, Allah'ın rahmetini beklemektir; ayetlerde bunu onaylayan iki kanıt vardır:
1- Bakmak yüzlere istinat edilerek, "yüzler sevinçle O'na bakarlar" buyrulmuştur. Eğer maksat Allah'ı görmek olsaydı, görmenin yüzlere değil, gözlere istinat edilmesi gerekirdi.
2- Bu surede iki grup hakkında bahsedilmiştir:
a- Yüzleri sevinçli ve ışıl ışıl parlayanlar: Bunların mükafatı "Rabb'ine bakar" cümlesiyle açıklanmıştır.
b- Yüzleri gamlı ve suratları asık olanlar: Bunların da cezası "Kendisine bel kemiğini kıran (bela)ın yapılacağını anlar" (Kıyamet, 25) ayetiyle açıklanmıştır.
İkinci cümleden maksat şudur: Bu grupta yer alanlar, bellerini kıracak bir belayla karşılaşacaklarını bilmekte ve onu beklemekteler.

Ayrıca, Kur'an-ı Kerim ayetlerinin tefsirinde genellikle bir ayetle yetinilmemeli, o konudaki benzeri diğer ayetler de bir araya getirilerek onların toplamından ayetin gerçek anlamı elde edilmelidir. Görme konusunda da Kur'an-ı Kerim'deki tüm ayetler ve hadisler bir araya getirilecek olursa, İslam dini açısından Allah'ın görülemeyeceği anlaşılılır.
Ayrıca, buradan, Hz. Musa'nın (a.s) Allah'ı görmek isteyişi, İsrailoğullarının ısrarı üzerine olduğu anlaşılmaktadır. Onlar şöyle diyorlardı: Allah'ın sesini duyarak bize naklettiğin gibi kendisini de görerek bizim için nitelendir: "Biz Allah'ı açıkça görmedikçe sana inanmayız, demiştiniz." (Bakara, 55; Nisâ, 153) İşte bu nedenle Hz. Musa (a.s) Allah'ı görmeyi istedi ve buna olumsuz cevap aldı; nitekim şöyle buyuruyor: "Musa, tayin ettiğimiz vakitte bizimle buluşmaya gelip de Rabb'i On(un)la konuşunca: Rabb'im, bana (kendini) göster, sana bakayım! dedi. (Rabb'i) buyuruyor ki: Sen beni asla göremezsin..." (A'raf, 143)

NAKLÎ SIFATLARI

43. İlke:

Buraya kadar beyan ettiğimiz Allah'ın sıfatları (tekellüm, konuşma dışında) aklın, Allah'ta olup olmadığına hükmettiği sıfatlardı; Kur'an-ı Kerim'de ve hadislerde, nakil dışında hiçbir kaynağı olmayan bir takım sıfatlar da kaydedilmiştir, örneğin:
1- Allah'ın eli: "Sana biat edenler, gerçekte Allah'a biat etmektedirler. Allah'ın eli, onların ellerinin üzerindedir." (Fetih, 10)
2- Allah'ın yüzü: "Doğu da, batı da Allah'ındır. Nereye dönerseniz Allah'ın yüzü oradadır. Şüphesiz Allah('ın rahmeti ve nimeti) geniştir. O (her şeyi) bilendir."(Bakara, 115)
3- Allah'ın gözü: "Gözlerimizin önünde ve vahyimizin gereğince gemiyi yap." (Hud, 37)
4- Arşa istivâ etmek: "O Rahman Arş'a istivâ etmiş(kurulmuş)tur." (Tâhâ, 5)
Bunlara naklî sıfatlar denilmesinin nedeni, bunları sadece nakillerin haber vermesidir.
Şunu da hatırlatmamız gerekir ki, akıl ve mantık açısından bu sıfatlar örfü anlamlarına alınamazlar; çünkü bu iş Allah'ı cisimleştirmeyi ve bir şeye benzetmeyi gerektirmekte; oysa akıl ve nakil bunun doğru olmadığını vurgulamaktadır. Bu nedenle bu sıfatların gerçek anlamlarına ulaşmak için Kur'an-ı Kerim ayetlerinin tümünü göz önünde bulundurmamız gerekmektedir. Ayrıca bilinmesi gerekir ki, Arapça, diğer diller gibi mecaz ve kinayelerle doludur; kavmin diliyle konuşan Kur'an-ı Kerim de bu metodu kullanmıştır. Şimdi bu sıfatları açıklayalım:
A- Birinci ayette şöyle buyuruyor: Sana biat edenler (ahitleşmek için elini sıkanlar) gerçekte Allah'a biat etmekteler (çünkü elçiyle ahitleşen, onu gönderenle ahitleşmiş olur). Sonra şöyle diyor: "Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir." Yani Allah'ın gücü onların gücünden üstündür. Allah'ın maddî bir eli olduğu ve O'nun ellerinin onların ellerinin üzerinde yer aldığı anlamına gelmez. Çünkü ayetin devamında buyuruyor ki:"Kim ahdini bozarsa, kendi aleyhine bozmuş olur. Ve kim Allah'a verdiği sözü tutarsa Allah ona büyük bir mükafat verecektir."
Ahdini bozanları tehdit eden ve sözlerini tutanları müjdeleyen bu tür bir ifade, "Allah'ın eli"nden maksadın Allah Teala'nın güç ve kudreti olduğunu göstermektedir. Esasen "el" kelimesi çeşitli kültürlerde bazen kinaye olarak güç ve kudreti göstermektedir; nitekim "el elden üstündür" denilmektedir.
B- Allah Teala'nın yüzünden maksat, insandaki özel bir uzuv vs. değil, O'nun zatıdır. Kur'an-ı Kerim insanların yok olacaklarını bildirdiği zaman şöyle buyuruyor: "(Yer) üzerinde bulunan her şey yok olacaktır." Bunun hemen ardından ise Allah'ın kalacağını ve O'nun fani olmayacağını vurguluyor: "Yalnız Rabb'inin celal ve ikram sahibi yüzü (zatı) bâki kalacaktır." (Rahman, 27)
Bu açıklamadan, bahis konumuz olan ayetin anlamı açıklığa kavuşmaktadır ve o da şudur: Allah Teala belli bir noktada değildir; O'nun varlığı her şeyi kapsamaktadır; nereye dönersek O'na doğru dönmüş oluruz. Sonra bunu ispatlamak için iki noktaya değinmektedir:
1- Geniş (vasi'): Allah'ın varlığı sonsuzdur.
2- Bilen (âlim): Her şeyden haberdardır.
C- Üçüncü ayette Kur'an-ı Kerim Hz. Nuh'un Allah Teala tarafından gemi yapmakla görevlendirildiği vurgulanmaktadır. Denizden uzak bir noktada gemi yapması nedeniyle bilinçsiz kişiler tarafından alay ve eziyete maruz kaldığı için, böyle bir ortamda Allah Teala ona şöyle buyuruyor: Sen gemiyi yap; sen bizim denetimimiz altındasın ve bu işi biz sana vahyettik. Bundan maksat şudur: Hz. Nuh (a.s) Allah Teala'nın emrine uygun davranmış ve doğal olarak da O'nun tarafından korunmakta, himaye edilmektedir ve alay edenler ona bir zara veremeyeceklerdir.
D- Arapça'da "Arş" kelimesi "taht" anlamındadır ve "istivâ" kelimesi ise, "elâ" kelimesiyle birlikte kullanıldığında istikrar ve yerleşme anlamındadır. Hükümdarlar genellikle hükümet tahtına yerleşerek ülkenin işlerini yoluna koydukları için, bu tabir de kinaye olarak hükümet alanını istila etmek ve işleri yönetme gücüne sahip olmayı vurgulamaktadır. Allah Teala'nın belli bir yer ve mekanı olmadığını ispatlayan mezkur aklî ve naklî deliller dışında, bu gibi tabirlerden amacın maddî bir tahtın üzerinde oturmak değil, kinaye olarak varlık aleminin işlerini idare etmek için istilâ etmek olduğunu gösteren apaçık iki delil vardır:
1- Kur'an-ı Kerim'in bir çok ayetinde bu cümleden önce, gök ve yerin yaratılışından ve Allah'ın yaratılış sarayını görünür bir direği olmadan yarattığından bahsedilmiştir.
2- Bir çok ayetlerde, bu cümleden sonra, dünyanın işlerini idare etmekten bahsedilmektedir.
Bu cümlenin alemin yaratılışı ve idaresi arasında yer almış oluşundan, arşa istiva etmekten maksadın ne olduğunu anlayabiliriz; aslında Kur'an-ı Kerim bize şunu anlatmak istiyor: Varlık aleminin yaratılışı, tüm o yüceliğine rağmen işlerin idaresinin Allah'ın elinden çıkmasına neden olmamış, Allah yaratmakla birlikte alemin işlerinin idaresini de kendi elinde bulundurmuştur; bu ayetlerden biri şöyledir:
"Rabb'iniz O Allah'tır ki, gökleri ve yeri altı günde (dönemde) yarattı, sonra (tedbir) Arş'a(ına) istivâ etti. Emri tedbir (buyruğunu) icrâ eder (yarattıklarını yönetir). O'nun izni olmadan hiç kimse şefaat edemez..." (Yunus, 3)[29]

Dördüncü Bölüm

AKAİD KÜLLİYATI

(3)

ADL-İ İLAHÎ

44. İlke:

Tüm Müslümanlar Allah'ı adil bilmektedir ve adalet Allah'ın cemal sıfatlarından biridir. Bu inancın temeli, Allah Teala'nın Kur'an-ı Kerim'de her türlü zulümden tenzih edilişi ve O'nun "adaleti ayakta tutan, uygulayan" olarak anılmasıdır; nitekim şöyle buyuruyor: "Allah zerre kadar haksızlık etmez." (Nisâ, 40) Ve yine şöyle buyuruyor: "Allah insanlara hiç zulmetmez." (Yunus, 44)
Başka bir yerde ise şöyle buyurmaktadır: "Allah kendisinden başka tanrı olmadığına şahitlik etti. Melekler ve ilim sahipleri de O'ndan başka tanrı olmadığına adaletle şahitlik ettiler." (Âl-i İmrân, 18)
Bu ayetlerin dışında, akıl da apaçık bir şekilde Allah'ın adil olduğuna hükmetmektedir. Çünkü adalet, kemal sıfatı ve zulüm ise noksanlık sıfatıdır; insan aklı Allah Teala'nın tüm kemallere sahip olduğuna, zat ve fiil makamında her türlü eksiklik ve kusurdan münezzeh olduğuna hükmetmektedir.
Esasen zulüm ve haksızlık, şu etkenlerden birinin ürünüdür:
1- Ya fail, zulmün çirkinliğini bilmemektedir (bilinçsizlik);
2- Veya fail, zulmün çirkinliğini bilmekte; ama adaleti uygulama gücüne sahip değildir veya o zulme ihtiyacı vardir (acizlik ve ihtiyaç);
3- Ya da fail, zulmün çirkinliğini bilmekte ve adaleti uygulama gücüne de sahip bulunmaktadır; fakat işleri hikmet üzere olan bir kişi olmadığı için çirkin işleri yapmaktan çekinmektedir (cahillik ve aptallık).
Açıktır ki bu etkenlerin hiç biri Allah Teala'da söz konusu değildir; dolayısıyla, Allah'ın fiillerinin tümü adalet ve hikmet üzeredir.
Bu istidlal Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)'den nakledilen bir rivayette yer almıştır;[30] Şeyh Seduk şöyle rivayet ediyor: Bir Yahudi Hz. Resulullah (s.a.a)'in huzuruna gelerek bir takım sorular sordu; bu cümleden Allah'ın adaletiyle ilgili soru sordu. Hz. Resulullah (s.a.a) Allah Teala'nın zulmetmeyeceği hakkında şöyle buyurdu:"Allah Teala zulmün çirkinliğini bildiği ve ona ihtiyacı olmadığı için zulmetmez."[31] Adliyye (Şii ve Mutezile) mütekellimleri de Allah'ın adaleti bahsinde bu istidlali getirmişlerdir.[32]
Bu ayetler ışığında, Müslümanlar Allah'ın adil oluşunda ittifak etmiş, fakat adaletin tefsirinde ihtilafa düşmüşler ve her biri şu iki görüşten birini benimsemişlerdir:
a- Akıl fiillerin iyi ve kötü oluşunu idrak etmekte, iyi fiili failinin mükemmelliğinin ve kötü fiili ise onun eksikliğinin bir belirtisi olarak kabul etmektedir. Allah Teala da zatı itibariyle tüm kemallere sahip olduğu için O'nun fiili mükemmel ve beğenilirdir ve O'nun kutlu zatı her türlü çirkin fiilden münezzehtir.
Şu noktayı da hatırlatmamız gerekir ki, akıl hiçbir zaman Allah Teala hakkında bir hüküm vermez ve Allah'ın kesinlikle adil olması "gerekir" demez; burada aklın işi Allah Teala'nın fiilinin gerçeğini keşfetmektir. Yani Allah Teala'nın zatının mutlak zatının mükemmelliği ve O'nun her türlü eksiklikten münezzeh oluşu, O'nun fiilinin de en mükemmel ve eksiklikten münezzeh olması gerektiğini ve sonuçta kullarına adaletle davranacağını ortaya koymaktadır. Kur'an-ı Kerim'in bu ayetleri de insanın akıl vasıtasıyla idrak ettiği şeyleri teyit etmekte ve vurgulamaktadır. Bu ise İslamî kelam ilminde "aklî iyilik ve kötülük" denilen şeydir; bu görüşün taraftarlarına "Adliye" denmektedir ve bunların başında gelenler ise İmamiye'dir.
b- Bu görüşün karşısında yer alan diğer bir görüş, aklın, -hatta genel olarak bile- fiillerin iyi ve kötü olduğunu teşhis etmekten aciz olduğunu, fiillerin iyi ve kötü olduğunu tanımanın tek yolunun vahiy olduğunu vurgulamaktadır! Allah'ın yapılmasını emrettiği şey iyi ve yapılmasını nehyettiği şey ise kötüdür. Bu görüşe göre, eğer Allah, suçsuz birinin cehenneme veya günahkâr birinin ise cennete götürülmesini emrederse, bu iş iyilik ve adaletin özüdür! Bu gurup şöyle diyor: "Allah'ı adil olarak nitelendiriyorsak, sırf Kur'an-ı Kerim'de böyle tavsif edildiği içindir."

45. İlke:

Aklî iyilik ve kötülük (husn ve kubh) biz Şiilerin inançlarının bir çoğunun temelini oluşturduğu için, aşağıda özetle çok sayıdaki delillerden sadece ikisine işaret ediyoruz:
a- Her insan, hangi mezhep ve inanca sahip olursa olsun ve dünyanın neresinde yer alırsa alsın, adaletin güzelliği ile zulmün çirkinliğini ve yine ahdine sadık kalmanın güzelliği ile sözünde durmamanın çirkinliğini, "iyiliğe iyilikle karşılık verme"nin güzelliğini ve "iyiliğe karşı kötülük yapma"nın kötülüğünü anlamaktadır. Beşer tarihini incelememiz bu gerçeğe tanıklık eder ve şimdiye kadar aklıselim sahibi bir kişinin bu konuyu inkâr ettiğine rastlanmamıştır.
b- Aklın, fiillerin iyi ve kötü olduğunu tamamen idrak edemediğini ve insanların iyi ve kötüyü tanımak için şeriata müracaat etmeleri gerektiğini kabul edecek olursak, bu durumda hatta şerî iyilik ve kötülüğü de ispatlamanın imkansız olduğunu kabul etmek zorundayız. Çünkü eğer Allah Teala'nın bir fiilin iyi ve diğer bir fiilin ise kötü olduğunu bildirdiğini kabul edecek olursak; biz O'nun sözünde yalan olması ihtimalini verdiğimiz sürece bu haberden onların iyi ve kötü olduklarını anlayamayız. Bunu anlamak için daha önce; yalanın çirkinliği ve Allah Teala'nın bu çirkin sıfattan münezzeh olduğunun ispatlanması gerekir ve bu ise akıl yolu dışında imkansızdır.[33]
Ayrıca; Kur'an-ı Kerim ayetlerinden, aklın bir takım fiillerin iyi ve kötü olduklarını idrak etme gücüne sahip olduğu anlaşılmaktadır. Bu nedenle Allah Teala insanların akıl ve vicdanını hükmetmeye çağırarak şöyle buyuruyor:
"Biz Müslümanları suçlular gibi yapar mıyız hiç, neyiniz var, nasıl hüküm veriyorsunuz (öyle)?!"(Kalem, 35-36)
Yine şöyle buyuruyor:
"İyiliğin karşılığı, yalnız iyilik değil midir?" (Rahman, 60)
Burada cevap vermemiz gereken bir soru söz konusu olmaktadır. Allah Teala Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyuruyor: "O, yaptığından sorulmaz, ama onlar, (kullar) sorulurlar." (Enbiyâ, 23) Şimdi burada akla takılan soru şudur: Allah Teala kendisini sorguya tabi tutulmaktan üstün görmektedir; o halde O, yaptığı fiillerin hiç birinden sorumlu tutulmaz; oysa aklî iyilik ve kötülüğe göre, eğer Allah'ın kötü bir iş yaptığı kabul edilecek olursa, "neden yaptın?" diye sorguya tabi tutulmayı gerekir.
Cevap: Allah'ın sorguya tabi tutulmamasının nedeni O'nun hekim oluşu, işlerini bir hikmet üzere yapışıdır; işleri hikmet üzere olan bir fail ise hiçbir zaman kötü bir iş yapmaz ve sürekli hikmet, güzel iş yapmanın gereğidir; dolayısıyla bu soru tamamen yersizdir.

46. İlke:

İlahî adaletin tekvin, teşrî ve ceza kanunlarında çeşitli tecellileri vardır; aşağıda her birini ayrı ayrı açıklayacağız:
a- Tekvinî Adalet: Allah Teala her varlığa lâyık olduğu şeyi verir, yaratırken ve icat ederken hiçbir zaman kabiliyetleri görmezlikten gelmez. Kur'an-ı Kerim şöyle buyuruyor: "Rabb'imiz, her şeye yaratılışını verip sonra onu doğru yola iletendir." (Tâhâ, 50)
b- Teşriî Adalet: Allah, manevî kemalatı kazanmaya layık olan insanı peygamberler göndererek ve din kanunları yasayarak hidayet eder ve yine insanı gücünün yetemeyeceği şeyle mükellef kılmaz. Nitekim şöyle buyuruyor:
"Allah adaleti, ihsanı akrabaya vermeyi emreder, fahşadan, münkerden ve bağy(azgınlık)den men eder. Öğüt almanız için size böyle öğüt verir." (Nahl, 90) Adalet, iyilik ve akrabalara yardımda bulunmak insanın kemale ermesine neden olduğu ve geri kalan üç amel ise onun alçalmasına sebebiyet verdiği için ilk üç fiili farz kılmış ve son üç fiilden de alıkoymuştur.
Yine Allah'ın insanı gücünün yetmeyeceği şeyle mükellef etmeyeceği hakkında şöyle buyuruyor: "Biz hiç kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmeyiz." (Mü'minun, 90)
c- Cezaî Adalet: Allah Teala mükafat ve ceza bakımından hiçbir zaman mümin ve kafire, iyi ve kötüye bir gözle bakmaz; her insana hakkettiği ve lâyık olduğu mükafat ve cezayı verir. Dolayısıyla, peygamberler vasıtasıyla tekliflerini insanlara tebliğ edip hücceti tamamlamadıkça, kesinlikle onları cezalandırmaz; nitekim şöyle buyurmaktadır:
"Biz elçi göndermedikçe (hiçbir kimseye) azap edecek değiliz." (İsrâ, 15)
Yine şöyle buyuruyor: "Kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Hiç kimseye bir haksızlık edilmez."(Enbiyâ, 47)

47. İlke:

Allah Teala insanı yaratmış ve onu yaratmakla da bir hedefi amaçlamıştır. İnsanın yaratılışından hedef ise Allah'a kulluk ve ibadet sayesinde gerçekleşecek olan istenilen kemale ulaşmaktır. İnsanın böyle bir hedefe yönelmesi Allah Teala tarafından bir takım ön hazırlıkları yapılmasını gerektirirse, Allah Teala o ön hazırlıkları yapacaktır; aksi durumda, insanın yaratılışı hedefsiz olur. Bu nedenle insanları hidayet etmek için peygamberler göndermiş, onlara mucizeler ve açık deliller vermiştir. Yine kullarını itaate yönlendirmek ve onları günahtan sakındırmak için, mesajlarında cezalandırıp mükafatlandıracağını vaadetmiştir.
Bu söylediklerimiz, "Adliye" kelamında, iyilik ve kötülük kuralının dallarından sayılan ve bir çok itikadî konuların temelini oluşturan "Lütuf ilkesi" olarak ifade edilmektedir.

---------------------
[14] - Tevhid-i Seduk, s.84, 3. bab, 3. hadis.
[15] - Sadr-ul Muteellihin, Esfar-u Arbaah, c.6, s.135.
[16] - Nehc-ul Belağa, 1. hutbe.
[17] - Bazıları bilgisizlikleri nedeniyle bu görüşü, "muatale" görüşü saymışlardır. Oysa "Muatele", Allah Teala'nın zatının cemal sıfatlarına sahip olduğunu kabul etmezler ve onların görüşleri Allah Teala'nın zatının varlık kemâllerine sahip olmamasını gerektirmektedir. Bu yanlış inancın, sıfatların zatla aynı oluşuyla hiçbir ilgisi yoktur. Allah Teala'nın sıfatlarının O'nun zatıyla aynı oluşu görüşü Allah'ın cemal sıfatlarına sahip olduğunu kabul etmekle birlikte, Allah'ın sıfatlarının O'nun zatından ayrı olduğu görüşündeki birden fazla kadimin oluşu gibi şüphelerden de uzaktır.
[18] - İnsanın ihtiyar ve iradesi mevzusunu adalet konusunda ele alacağız.
[19] - En'am, 76-78.
[20] - Yunus, 18; Furkân, 55.
[21] - Bakara, 21; İbrahim, 30; Sebe, 33; Zümer, 8; Fussilet, 9.
[22] - Tevhid-i Seduk, s.137, 10. bab, 9. hadis.
[23] - Tevhid-i Seduk, 9. bab, 15. hadis.
[24] - Tevhid-i Seduk, s.133, 9. bab, 9. hadis.
[25] - el-Kâfi, c.1, s.109.
[26] - Nehc-ul Belağa, 184. hutbe.
[27] - Tevhid-i Saduk, s.223, "el-Kur'an-u mâ hu" babı, 2. hadis.
[28] - Nehc-ul Belağa, 179. hutbe.
[29] - Bu konuda bkz. Ra'd, 2; Secde, 4; A'raf, 54.
[30] - Tevhid-i Seduk, etfal babı, 13. hadisin altında, s.397-398.
[31] - Cuma gününün duasında şöyle geçer: "Aceleyi ancak bir şeyin yok olmasından korkan yapar ve zulme ancak zayıfın ihtiyacı var."
[32] - Keşf-ul Murad, s.305.
[33] - Muhakkik Tusî'nin Tecrid-ul İtikad kitabındaki tabiri bu delili vurgulamaktadır. Muhakkik şöyle diyor: Eğer iyilik ve kötülüğü ispatlamanın yolu sadece şeriat ve dinle sınırlı tutulursa, fiillerin iyi ve kötü oldukları tamamen nefyedilir; ne şer'an ve ne de aklen ispatlanmaz.






DoLuNayMeLeK

0 yorum:

Yorum Gönder