26 Şubat 2009 Perşembe

iNSAN ÖRNEKLERi KURANDA CEBRAiLDEN MÜJDE VAR

KURAN'DA iNSAN ÖRNEGi



İnsanlığın en çok ihtiyaç duyduğu şey model insan ve örnek hayatlardır. Allah Resûlü’nün (s.a.v.) evinde, dizinin dibinde yetişmiş sevgili kızı Hz. Fatıma’nın örnek hayatı, ailenin temel direği, geleceğin mimarı ve çocuklarımızın ilk eğitimcisi olan annelerin ihtiyaç duyduğu hayattır. Hz. Fatıma’nın yaşamı günümüz kadınlarına, evlat, eş ve özellikle anne olarak ailevî ve sosyal hayatlarında ideal bir mümin portresi çizmektedir.


Kadınlık âleminin en parlak yıldızı, her yönü ile yolumuzu aydınlatan hanımlar sultanı Hz. Fatımatü’z-Zehra, Hz. Ali ile yaptığı güzel evlilikten yaklaşık bir yıl sonra, hicretin üçüncü yılı, Ramazan ayında dünya tatlısı bir evlada sahip oldu. Hz. Hasan’ın doğumu, aile özellikle Hz. Fatıma için çok güzel ve özel bir başlangıç oldu. Artık o bir anneydi. Bu bambaşka bir duyguydu. Onun bu duygusunu diğer annelik duygularından ayıran önemli ve özel kılan bir yanı vardı. Bu, Hz. Fatıma’nın Allah Resûlü’nün (s.a.v.) soyunu devam ettiren neslin annesi olmasıydı.


Gerek Allah Resûlü’nün (s.a.v.) gerekse diğer kızlarının erkek çocukları vefat etmiş, Efendiler Efendisi’nin soyunu Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin devam ettirmiştir. Allah Resûlü (s.a.v.) bu gerçeği şu hadis-i şerifleri ile dile getirmiştir. “Her insanın soyu, erkek çocuğu vasıtası ile devam eder. Benimki müstesna. Benim soyum Fatıma ile devam edecektir. Ben onların babasıyım.


Zor şartlara rağmen annelik


Hz. Fatıma, çok zor olan hayat şartlarına rağmen Allah Resûlü’ne (s.a.v.) hizmeti ihmal etmeden çocuklarına gözü gibi bakar, onlara çok güzel annelik yapardı. Ancak ömrü vefa etmediğinden anneliği çok uzun sürmedi. İlahî hikmet gereği çocukları henüz çok küçükken onlardan ayrılarak Dâr-ı Bekâ’ya göçtü. Vefat ettiğinde, çocuklarının en küçüğü 2-3, en büyüğü 7-8 yaşlarındaydı. Buna rağmen Allah Resûlü’nün (s.a.v.) dikkat çekecek kadar çok sevdiği torunları Hz. Hasan ve Hüseyin’in anne ve dedelerin çocuklarla olan ilişkiler noktasında bizi aydınlatan pek çok anısı oldu. İşte bu anılardan yalnızca bir kaçı:


Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor:

“Bir gün Allah Resûlü (a.s.m.) ve bir grup sahabe ile birlikte aramızda hiçbir konuşma olmadan sessizce yürüyorduk. Allah Resûlü (s.a.v.) gruptan ayrılarak Fatıma’nın evine gitti. O sırada Fatıma çocukları ile meşguldü. Onları güzelce yıkayıp, güzel elbiseler giydiriyor, kokular sürerek takılar takıyordu. 

Bizi görünce Hüseyin koşup Allah Resûlü’nün (s.a.v.) yanına geldi ancak annesinin Hasan ile henüz işi bitmediğinden

 yanımıza gelmemişti. Allah Resûlü (s.a.v.) onu ortada göremeyince:
– Çocuk orada mı? Çocuk orada mı, diye telaşla seslendi.

Biraz sonra Hasan da koşarak yanımıza geldi. Kardeşine muhabbetle sarıldı. Allah Resûlü (s.a.v) onları bu halde görünce çok sevindi ve:
– Allahım! Ben onları seviyorum. Sen de onları sev. Onları sevenleri de sev, buyurdu.” 
Bu dualarda ifadesini bulan Ehl-i Beyt sevgisinin Peygamber sevgisi ve dolayısıyla Allah sevgisine vesile olacağına inanan müminler, bu sevgiye özel bir önem vermişlerdir.

Ben çocuğa bakayım sen unu öğüt

Hz. Fatıma, ağır hayat şartları içinde çocukları fazlalaştıkça işlere yetişmekte zorlanmaya başladı. Onun yaşadıkları bu zorluklar tatlı birer anı olarak bize kadar geldi.


Bilal-i Habeşî (r.a) anlatıyor:

Bir gün Hz. Fatıma’nın yanına uğradım. Değirmende un öğütüyordu. O un öğütürken oğlu Hüseyin bir tarafta ağlıyordu. Tam da namaz vaktinin geldiği bir zamandı. Mescide gidemedim. Fatıma’ya:
– İstersen unu ben öğüteyim sen çocuğa bak, istersen sen unu öğütünceye kadar ben çocuğa bakayım, dedim. Fatıma:
– Ben çocuğa bakayım sen unu öğüt, dedi.

Kalan unu öğüttükten sonra Allah Resulü’nün (s.a.v.) yanına gittim. Gecikmiştim,
– Nerede kaldın ey Bilal! diye sordu. Ben:
– Fatıma’ya uğradım. Yardıma ihtiyacı vardı. Onun un öğütmesine yardım ettim, dedim. Allah Resulü (s.a.v) buna çok sevindi ve:

– Ona merhamet ettiğin için Allah da sana merhamet etsin, diye bana dua buyurdu.
Hz. Fatıma Annemizin peş peşe beş çocuğu olmuştu. Çocukların birbirine yakın zamanlarda doğması, onun işlerini daha da zorlaştırdı. 

Bir yaşından beş yaşına kadar tam beş çocuğa aynı anda bakıp bir de o günkü şartlarda ev işlerini yapmak, gerçekten altından kalkılacak gibi değildi. İşlerin yoğunluğundan bazen istenmeyen durumlarla karşılaşıyordu.

Hz. Ali (K.v) anlatıyor:

Fatıma’nın hamile olduğu bir gün, ekmek pişirirken karnı tandırın keskin tarafına değdi. Çok korktuk. Ben Fatıma’ya:
– Allah Resulü’ne (s.a.v.) gidip ondan bir hizmetçi iste! dedim.” 
Hz. Fatıma eşini dinleyerek Efendimizden bir hizmetli istedi. Kızı Fatıma’nın artık ev işlerini yapmakta çok zorlandığının farkında olan Efendimiz, kızına yardımcı olması için bir yardımcıyı gönderdi.

Hz. Ali efendimiz anlatıyor:

Allah Resulü (s.a.v.) kızı Fatıma’ya, ona hizmet etmesi için Fidde en-Nevbiyye isimli bir cariye gönderdi. Cariye çok becerikli bir hanımdı. Allah Resulü (s.a.v.) ona sıkıştığında ve zorda kaldığında okuması için bir de dua öğretti. Cariye, Fatıma’nın yanına gelince, Fatıma ona iş bölümü yapmayı teklif ederek:
– Hamur yapmak mı istersin, yoksa ekmek pişirmek mi, diye sordu. Cariye:
– Ben hamur yapmayı tercih ederim, efendim! dedi.

Bundan sonra ocağı yakmak için odun toplamaya gitti.

Eşinin arzusu dışında hareket etmedi

Her çocuk gibi bir gün Hz. Hasan ile Hüseyin hastalanmıştı. Hz. Ali, Hz. Fatıma ve cariyeleri:

- Çocuklar iyileşirse, Rabbimize şükretmek için üç gün oruç tutacağız, diye nezrettiler. Çocukların ikisi de kısa zamanda iyileşti. Hz. Fatıma, eşi ve hizmetlisi oruç tutmaya niyet ettiler ama evde iftar için yiyecek hiç bir şey yoktu. Hz. Ali ücretini daha sonra ödemek üzere bir miktar arpa satın aldı. 

Hz. Fatıma arpanın bir kısmı ile evde bulunan herkese birer çörek pişirdi. Hz. Ali akşam namazından sonra iftar etmek için evine geldiğinde Hz. Fatıma sofrayı kurdu. Sofrada ekmek, biraz hububat ve biraz da tuz vardı. 

Tam yemeğe başlayacaklardı ki kapıya bir fakir geldi ve seslendi:
- Selamun aleyküm ey Ehl-i Beyt! Ben ümmeti Muhammed’in miskinlerinden biriyim. Gerçekten çok açım. Karnımı doyuracak bir şeyler verir misiniz? Beni burada doyururun ki Allah’ta sizi vaad ettiği cennette doyursun!

Hz. Ali adamın sesini duyunca eşine:
Fazilet ve yakîn sahibi Fatıma!
Ey bütün insanlığın hayırlısının kızı!
Şu ihtiyaç sahibi miskini gördün mü?
Kapımıza gelmiş, açlıktan kıvranıyor.

Hâlini Allah’a arz ederek, miskinlikten kurtulmak istiyor… 
Hz. Fatma eşine cevap verdi:
Emrin başım üzerine ey amcaoğlu!
Bunun için seni ne kınar, ne de kayıp sayarım.

Yaptığım çörekleri ona veririm… diyerek eşi ve kendi payını gelen miskine verdi. O gün iftarlarını su ile açtılar. Ertesi gün yine oruç tuttular. Hz. Fatıma yine bir miktar arpadan çörek yapmıştı. Hz. Ali gelince, iftar sofrasını hazırladı. Yemeğe başlayacakları sırada kapıya bir yetim geldi. İçerdekilere seslenerek:
- Ey Muhammed’in ev halkı! Ben muhacirler çocuğuyum. Babam şehit oldu. Beni doyurun ki Allah’ta vaad ettiği cennette sizi doyursun.


Yetimin sesini duyan Hz. Ali kendi ve eşinin çöreklerini gelen yetime verince o gün de su ile iftar ettiler. Üçüncü gün yine oruç tuttular. Akşam sofra kuruldu. Bu kez kapıya Medine’de bulunan esirlerden biri geldi. Aç olduğunu söyleyerek yiyecek istedi. Sofradan çörekleri alan 

Hz. Ali çöreklerini esire verdi. 

Üç gündür hiçbir şey yemeyip yalnızca su ile iftarını açan Hz. Ali, adağının zamanı dolunca dördüncü gün, Hz. Hasan ile Hüseyin’in elinden tutarak Allah Resûlü’nün (s.a.v.) yanına gitti. Açlıktan rengi solmuş, bitkin düşmüştü. Allah Resûlü (s.a.v.) onu bu hâlde görünce:
- Ey Hasan’ın babası, bu ne hâl! Haydi, kızım Fatıma’nın yanına gidelim! buyurdu.

Eve gittiklerinde Hz. Fatıma’nın da bitkin düştüğünü, karnının sırtına yapıştığını gördü. Açlığın şiddetinden gözleri kararıyordu. Allah Resûlü (s.a.v.) onların açlıktan bu hâle geldiğini öğrenince gözyaşlarını tutamadı

Ellerini açarak Rabbinden yardım istedi:

 Rabbim, Muhammed’in Ehl-i Beyti açlıktan ölüyor! diyerek yalvardı.

 O sırada Cebrâil (a.s) gelerek:

 Allah size selam gönderdi ey Muhammed! Ehl-i Beytini kutla! Onlara şu ayeti oku:

 O kullar, şiddeti her yere yayılmış olan bir günden korkarak verdikleri sözü yerine getirirler. 

Onlar, kendi canları çekmesine rağmen yemeği yoksula, 

yetime ve esire yedirdiler.




iNSAN SURESiNi OKUYUN BU OLAYI KURANDAN ÖĞRENiN 


EHLiBEYT DEMEK KURAN DEMEKTiR.

Biz sizi Allah rızası için doyuruyoruz; sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür 

bekliyoruz,(derler) buyurdu.

Hz. Fatıma Annemizin Hz. Hasan Hz. Hüseyin’den başka üç çocuğu daha oldu. Peş peşe olan bu çocuklar: Muhsin, Ümmü Gülsüm ve Zeyneb’di. Bunlardan Muhsin fazla yaşamayıp küçük yaşta vefat etti. Hayatında anne, kardeş acısı tadan Hz. Fatıma Muhsin’in vefatıyla evlat acısını tattı.
Küçük Muhsin hastalanmış ve her geçen gün hastalığı biraz daha artıyordu. Allah Resûlü (s.a.v.) onu sık sık ziyaret ediyor durumunu soruyor, hastalığına çare arıyordu. 

Ancak çare yoktu. Oğlunun hastalığı artınca Hz. Fatıma, Efendimize haber göndererek evine çağırdı. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) sahabileriyle birlikte Hz. Fatıma’nın evine gitti. Kızını teselli ederek, evlat acısını dindirmeye çalıştı.
– Allah’ın verdiği ve aldığı her şey Allah’a aittir. Her canlının bir ömrü vardır. Sabret! Ve ecrini Allah’tan bekle, buyurdu. 
Ey Cennet Hanımlarının Seyyidesi! Binlerce dua ve selam sana…


__________________

KALP NEYİ DÜŞÜNÜRSE ONUN MAHİYETİNE BÜRÜNÜR, BÜRÜNECEĞİN MAHİYETİ DOĞRU SEÇ!!

DoLuNayMeLeK

25 Şubat 2009 Çarşamba

YENiLENiN ARTIK




DoLuNayMeLeK



YENİLENİN ARTIK


 

Yeryüzünde yaşamış en muhteşem beyin ve insan, Allah Rasûlü ve son Nebîsi Muhammed (aleyhisselâm)’ın açıkladıklarını anlamamış insanların, hayallerinde tasavvur ettikleri “elçi peygamber” anlayışı yüzünden, nelerden mahrum kaldıklarını biliyor musunuz?.. Hayallerinde oluşturdukları “tanrı” anlayışına, “Allah”ın ismini etiketledikleri için, kozaları içinde nasıl boğulup gittiklerini görüyor musunuz?

Allah ahlâkıyla ahlâklanın” uyarısı yapıldığı hâlde, bunu duymazlıktan gelip; aklımızı kullanmayıp, anlamını düşünmeyip; “tanrı fermanları ve elçisi” masallarıyla; bir daha ele geçmeyecek bir ömrü nasıl boşa geçirdiğimizi bir farkedebilsek!

Kolaylaştırılmamışsa, ne yazsak boş!.. Taşın üstünden akıp giden su gibi, bu bilgiler de okunup geçilecek…

Oysa… Kolaylaştırılmış olsa da… Nasibimizde olsa da…

Biraz kıpırdatsak kendimizi…

Yer değiştirsek, düşünce dünyamızda çağ atlasak da, oradan yeniden bakabilsek olaya…

Beş duyunun gözüyle değil, “Basîr” olarak; beş duyunun kulağıyla değil “Semî” olarak, “Lâtif, Habîr” olarak evrensel varlıkla iletişimde olabilsek!. Hiç olmazsa, yargılamadan, yorumlamadan, şartlanmasız yönelebilsek âlemlere!

Türk’ün, Arab’ın, Çinli’nin, Hintli’nin, Avrupalı veya Amerikalı’nın tanrısı, anlayışından geçip… Dünyanın, Ayın, Marsın, Güneşin tanrısı kavramından geçip… Galaksinin, gökadaların, paralel veya evren içre evrenlerin tanrısı anlayışından geçip; “âlemlerin Rabbi” olanı farketmeye çalışsak…

Sonra da Alemler ve Rabbi şeklindeki çiftlik anlayışından arınıp; âlemlerin hakikatinde, “esmâ mertebesi”ndeki “tecellî-i vahid” denen boyutsal tekilliği hissedebilsek… De!..

RASÛLLÜĞÜN”ün hakikatinin, “esmâ mertebesi”nin ilk tecellisi olan “RUH” adlı melek veya “Hakikati Muhammedî” veya “Mümin” olduğunu anlayabilsek!..

Esmâ mertebesi”ndeki ilim ve özelliklerin açığa çıkması iradesiyle, “her an yeni bir şanda” olarak meydana gelmiş “tecellî-i vahid” denilenin, “Risâletin hakikati”olduğunu bir kavrayabilsek!.. “İRSÂL”in hakikatinin bu mertebede gerçekleşmiş olup, bununla “tecellî-i vahid”in meydana geldiğini anlayabilsek!.

İşte o zaman farkedeceğiz “Rasûlün ahlâkı”, “Rasûlü olduğu Allah adıyla işaret edilenin ahlâkıdır” işaretinin anlamını! Tanrının değil!.

Bu “Risâlet hakikati”nin, yeryüzünde açığa çıkmış en muhteşem beyine inzal oluşuyla, O yüce Zât’ın “Allah Habibi ve en kapsamlı ahlak sahibi” oluşunun bağlantısını; ve dahi ne demek olduğunu düşünebilsek…

Rasûlullah’ın ahlâkı Allah’ın ahlâkı idi” işaretinin anlamını işte o zaman farkedebileceğiz.

Ama biz, öylesine şartlanmış, öylesine kilitlenmiş; öylesine bloke etmişiz ki düşünme sistemimizi şartlandırmalar yüzünden; Dünya üstündeki toplumların kendilerine özgü; kendileri gibi düşünen “tanrı” anlayışından öteye geçemiyoruz!.

Zor, çok zor geliyor kapsamlı ve derinlikli düşünmek!

Kolayımıza geliyor göze, kulağa dayalı bir tanrı bir dünya ve de özel ulak postacı elçi peygamber kabulü!.

Sonra da diyoruz, “tanrı Türkü korusun”; “tanrı Arabı korusun”, “tanrı Yahudiyi, Hinduyu , İngilizi korusun!..” “God bless America”!.. Bölgesel tanrı!!!

İnsan gibi düşünen ve insanî duygularla dünyayı yöneten bir tanrı!.

Allah” ismiyle işaret edileni kavrayamadık ama, hiç olmazsa tanrıyı insanlaştırdık ya!!!

YENİLEN dostum!.

Yenilenmen için Dünya’nın tüm bilgileri şu an elinin altında, klavyenin ucunda…

Deccâliyetin akı kara, karayı ak gösteren televizyonları varsa; Mehdiyetin de sana her doğruyu bulduracak, kavratacak interneti var!.

Kendini düşün, Dünyayı düşün, Galaksiyi düşün; varsa kapasiten, evren içre evrenlerde bir dünya mesabesinde olan bu evreni düşün!

Bütün bunlardaki her tür ve yapıyı yaratan o korkunç azamet sahibi muhteşem varlığı düşün!.

Bunu okuyup da bir şey hissedemiyorsan, gözünü yorma!.

Tüm bu evren içre evrenlerdeki her şeyi yaratanın “ahlâk”ı ne ola, bir düşün Allah rızası için! En sevdiğinin hatırı için!.. O’nu bir insan ya da tanrı gibi tasavvur etmekten kaçınarak düşünmeye çalış!

Bir düşün lütfen!

O basit gördüğün, beş harf olarak algıladığın “ALLAH” adının ardındaki sonsuz yaratılmışları var eden Yaratıcının, “RASÛL” ismiyle işaret ettiği ne olabilir?

RASÛL”ün, “RİSÂLET”in hakikati, özü, aslı nedir?

Bizden de…

ALLAH RASÛLÜ”nün ahlâkıyla ahlâklanmamız isteniyorsa; acaba bu ne demektir?

Allah Rasûlü, evrensel insandır!

İnsan”da açığa çıkan bilinç, gerçekte “evrensel bilincin”, beyinden “fıtrat”ına (programına) göre açığa çıkmış hâlidir!.

Sen kendini küçük âlem sanırsın, oysa büyük âlem sensin” diyen “ilmin kapısı”, velâyetin zirvesi Hazreti ÂLİ, acaba sana neyi fark ettirmek istiyordu ki!.

Ama öylesine bir vurdumduymazlıkla yaşıyoruz ki; bilincimiz, genlerimize sinmiş “tanrı” anlayışından arınıp sınırlılıktan dışarı çıkamıyor!.

Tanrımızı”, “HAK” yapıp, “HAK”lığı da bedenimize, beşeriyetimize verip, işin içinden çıktığımızı sanıyoruz!!!.

Kısacası, “bilinen kişiliğimizi” tanrı yapıyoruz!

Oysa bunun yerine…

Kendini Tanı!

Bilincini Arındır!.

TEK’in Seyri ile seyr sahibi ol; deniyor!.

YENİLEN artık!.

Allah’ın geçmişte olmamış ölçüde büyük lûtfu olan çağdaş bilimler ışığında; dünde mecazlarla işaret edilmiş olan muazzam hakikati fark etmeye çalış!

Senin kabul ettiğin gibi madde diye bir şeyin gerçekte hiçbir zaman varolmamış olduğunu farket, anla artık!

Bak ünlü Alman Fizik Profesörü Hans Peter Dürr, ne diyor PM magazinde Mayıs 2007 sayısında:

Soru: P.M: Sayın Profesör Dürr madde dediğimiz aslında nedir?

Cevap: Aslında madde diye bir şey yok; en azından kabullendiğimiz anlamdaki şekli ile mevcud değil. Sadece bir oluşum var ki, sürekli bir değişim ve canlılıktan oluşmaktadır. Biz bunu tahayyül etmekte zorlanıyoruz! Temelde sadece bir ilişki sözkonusudur, maddi bir temele dayanmayan (maddesel bir yapısı olmayan) ilişki. Biz buna 'RUH' da diyebiliriz. Öyle bir 'şey' ki biz bunu ancak spontane yaşayabiliriz, dokunulacak bir şey değildir. Madde ve Enerji dediğimiz olgu, ancak ikincil olarak ortaya çıkmaktadır… Bir nevi ağır akışkan, sabitleşmiş RUH şeklinde GİBİ. Albert Einstein'e göre, madde, enerjinin sadece inceltilmiş şeklidir; temeli ise, daha ince (latif) bir enerji değil; çok daha farklı bir şey, CANLILIKtır. Bu olguyu bilgisayarlardaki software'e benzetebiliriz.

Evet dostum!..

Deniz bitti!.

Artık bitti bilim dünyasında, beş duyunun sana var sandırdığı kısır sığ anlayış!. Ve dahi bu çağdışı anlayış üstüne bina edilmiş her düşünce sistemi!

Bir çağ kapandı ve yeni bir çağ başladı bile… Hiç farkında olmasan bile!

Bu çağ da, Kurân ve Rasûlullah altın çağını yaşayacak deşifre edebilenleriyle!

Bilincini çıkar artık kozasından!

Evrene bak!.

Hücrelerine, DNA’larına, moleküler yapına, atomik katmanına-katmana, quarksal katmana “BASİR” olarak yönel!... “SEMΔ ile algıla!.. Seyreyle!.

Dünya yaşamında bunu gerçekleştiremezsen, böylece devam edecek boyutsal yolculuğuna ve sonsuza dek “a’mâ” olarak kalacaksın!.

Bu gerçeklerden sonra düşün bakalım devletinin rejimini, siyaseti, hükümleri, fermanları!. Türkiye’de, Çin’de, Brezilya’da, İspanya’da İslâmi kurallara göre yönetilmeyen devletlerde yaşayanların hâlini!..

Namazını ikame edip mi’râcını yapıp, Rasûl’ün hakikatine ulaşabiliyor musun? Rabbi’ni tanıyor musun?... Hacca serbestçe gidip Kâbe’nin suretinden Hakikatine yolculuk edip amacına ulaşabiliyor musun?... Orucunu yaşayıp, bedenselliğinin istekleriyle kayıtlanmaktan arınıp, şuur boyutunda “Samediyet” hakikatine ulaşabiliyor musun? Sen mirasını istediğin gibi dağıttın da sağlığında elini bağlayan mı oldu!. Dilediği kadarıyla zekâtını, sadakanı istediğine verebiliyor musun?

Zekât, karşılıksız verilir. Karşılık beklenmez ve alınmaz!. Ben de takdirimde olan bilgilerimin zekâtı kadarını yazarak dağıtıyorum… Kimseden karşılık olarak bir şey beklemeksizin… Ne pâye, ne unvan, ne etiket, ne de mertebe… “Allah kulu” olmak yeter bana.

Dünyanızdaki, hiçbir unvan, etiket, mertebe kabulünün benim indimde değeri yok!. Böyle bir beklentinin olmasını bile düşünemem yaşadığım dünyamda…

Çıplak ve tek geldim herkes gibi, çıplak ve tek gideceğim bu dünyadan; bilincine, müşahedelerine, seyirlerine hayran olduklarımın yanına… “Seviyorum onları”, demek haddime değil!.

Bak dostum…

Hiç kimse ameliyle cennet boyutuna geçemez”! Duymadın mı bu gerçeğin vurgulanmasını?

“Âhir zamanda “La ilahe illallah” gerçeğini dillendiren cennete girer” açıklamasının neye dayandığını hiç düşünmedin mi; düşünemiyor musun?

Tanrı yoksa… Tanrı cehenneme atmayacaksa, Tanrı cennete sokmayacaksa!..

Herkes elleriyle yaptıklarının sonuçlarını” yaşayacaksa…

Hesap görücü olarak nefsin yeter” diye uyarılmışsan…

Cennetlik” veya “cehennemlik” olan anasının rahmindeyken tesbit olunur uyarısı varsa…

Bedenselliğinin getirisi bencilliğini yaşayanlar varken yeryüzünde, “halife” meydana gelmişse… “Şuur”lu, yani “kalp” sahibi olarak yaşayan bir tür, açığa çıkarılmak istenmişse...

Mümin müminin aynası” ise… Birinci “Mümin” esma mertebesindeki “Mümin” isminin hakikati, ikinci “Mümin” de “Rasûl ün hakikati” ise…

Kalp kalbe karşı ise”… İkisi birbirini yansıtıyorsa…

Müminin kalbinde, esma mertebesi mevcut” ise…

Kalpsiz, kalbindekinden “bîhaber” olan ise…
Nasıl secde etmezsin ol kalbe ki için de Allah var”! diyen bu nükteye işaret etmişse…

Ve o kalp, senin kalbin ise!..

Sen ise, kalbindekiyle yaşamak varken, onun yerine, gökte var sandığın tanrı uğruna bir şeyler yapacağını düşünüyorsan!..

Rasûlullah’ın nefsi müdafaa sadedinde savaşmasını, Kâbe’yi ziyaret hakkı uğruna savaşmayı göze almasını gözardı edip; silah yoluyla insanları zorla Müslüman yapmak uğruna ömrünü harcıyorsan… Artık ne diyebilirim…

Deccalin eşeği vardır kırk günde dünyaya dolaşır” şeklindeki sembolik anlatımı, uzun yıllar önce yaşamış Zât, yaşadığı devrin anlayışıyla yorumlayıp şimendifer olabilir derken; onu okuyanların çoğu şimendifer veya tayyare anlayışında sabitlendi öyle dedi diye! O Zât, kendini yaşadığı günlere göre güncellerken, takipçilerinin çoğu hâlâ asırlar öncesinin din anlayışıyla kilitlenmiş durumda!. Bize de, “Ahmed Hulûsi, Allah enerjidir diyor” şeklinde iftira ederek, insanları bu bilgilerden uzak tutmaya çalışıyorlar; yüklendikleri vebâlin bilincinde olmaksızın!

(“On Yedinci Mesele:
Rivayette var ki, "Deccal çıktığı gün bütün dünya işitir ve kırk günde dünyayı gezer ve harikulâde bir eşeği vardır."
Allahu a'lem, bu rivayetler tamamen sahih olmak şartıyla tevilleri şudur: Bu rivayetler mucizâne haber verir ki, "
Deccal zamanında vasıta-i muhabere ve seyahat o derece terakki edecek ki, bir hadise bir günde umum dünyada işitilecek. Radyo ile bağırır, şark-garp işitir ve umum ceridelerinde okunacak. Ve bir adam kırk günde dünyayı devredecek ve yedi kıt'asını ve yetmiş hükûmetini görecek ve gezecek" diye, zuhurundan on asır evvel telgraf, telefon, radyo, şimendifer, tayyareden mucizâne haber verir. Hem Deccal, deccallık haysiyetiyle değil, belki gayet müstebit bir kral sıfatıyla işitilir. Ve gezmesi de her yeri istilâ etmek için değil, belki fitneyi uyandırmak ve insanları baştan çıkarmak içindir. Ve bindiği merkebi ve himarı ise, ya şimendiferdir ki bir kulağı ve bir başı cehennem gibi ateş ocağı, diğer kulağı yalancı cennet gibi güzelce tezyin ve tefriş edilmiş. Düşmanlarını ateşli başına, dostlarını ziyafetli başına gönderir. Veyahut onun eşeği, merkebi, dehşetli bir otomobildir veya tayyaredir veyahut -sükût lâzım!”)

Uyanın ve yenilenin!.

Bir günde dünyayı dolaşabilirsiniz… Aynı anda dünyanın her yerinde kendinizi gösterip, dünyanın her yerindeki insana aynı anda konuşabilirsiniz!.

En saydığınız, sevdiğiniz büyük adamı size vahşi bir çocuk katili gibi gösterebilirler ekranlarda… Ya da sıradan bir adamı süpermen gibi!.

Uyanın ve düşünmeye başlayın!... Aklınızı kullanarak, sorgulayarak, çağdaş bilimleri edinerek, düşünerek yenilenin!

Eski bilgileri birbirinden kopuk şekilde yenilerle harmanlayarak çalışırsanız, çok uyumsuzluklar çıkar; ve işin içinden çıkamazsınız!. Konuyu kökten ele alarak, sistemli, birbiriyle bağlantılı ve mantıksal bütünlük içinde değerlendirmeye çalışın.

Şems, Mevlâna’ya kitaplarını terkettirmişti!. Niye dersiniz?

Tanrı” anlayışınızı geliştirip, güncelleyip, ona “Allah” ismi takmakla, hayalinizde tasavvur ettiğiniz “tanrı” anlayışından arınıp; “Allah Rasûlü”nün, anlatmaya çalıştığı “ALLAH” ismiyle işaret edileni kavrayamazsınız!

Düşünce ve anlayışınız, “tanrı” kavramı kurgusu üstüne kurulu ise, onu güncellemekle, RASÛLULLAH’ın açıkladıklarını anlayamazsınız!.

Kişinin, DİN konusunda içine düşeceği en büyük felâket, kökeninde “tanrı-ilah” kavramının olduğu DİN anlayışıdır!.

Bu anlayıştır ki, sizi sonuçta, yeryüzünde “tanrı hoparlörü peygamber” anlayışına sürükler!

Bu anlayıştır ki, sizi “bedensellikten ibaret benlik” kabulüne sürükler; bu anlayıştır ki beden - beşer anlayışını doğurur!.

Oysa düşünün bir…

Ene beşerün misliküm” (Ben sizin misliniz olan beşerim) âyeti ne demek istiyor?

Senin, kendini sandığın üzere, “kalp”siz, yiyip içen üreten uyuyan bedensel varlığım mı demek istiyor?

Yoksa…

Sen de benim gibisin, dolayısıyla benim varlığımdaki hakikat aynıyla sende de var, gel sen de kendindekini keşfet ve onu yaşa; bunu başarabilirsin takdirinde varsa… Gel bir dene” mi; denmek isteniyor?

Âhir zaman!.. Bu neslin kıyâmeti çok uzak değil işâretlere göre!

Deccaliyet sizi her yandan bedensellik ve tanrı anlayışıyla boğmaya, şuurunuzu bulandırmaya, kalbinizi karartmaya çalışıyor!. Ona hizmet verenler, –kimi bilinçli, kimi bilgisizlikten– sizi maddeci, tanrı ve peygamberi sanısına dayalı DİN anlayışı içinde ALLAH”tan ayrı hissettirmeye çalışıyorlar. “Kalb”inizdeki yerine, göklere, belki de sonuçta gökten geleceklere yönlendirmeye çalışıyorlar...

Oysa…

Tek kurtuluş yolu, yeryüzünde açığa çıkmış en muhteşem şuur, hakikatin dili, Allah Rasûlü Muhammed Mustafa (aleyhisselâm)’ı çağdaş bilimler eşliğinde YENİDEN anlamaya çalışmaktır!.

Tek Kurtuluş yolu, KURÂN’ı, gökten inmiş ciltli kitap değil; evrensel hakikatin bize açtığı BİLGİ KAYNAĞI olarak YENİDEN değerlendirip; işaret yollu bildirdiklerini deşifre etmektir.

Bilin ki, kendi kendinizesiniz!.

Ölümü tadıp, geçtiğiniz boyutun gerçeklerini yaşamaya başladığınızda, Rabbim kimmiş, Nebi kimmiş neymiş niyeymiş, yaşamın bu boyutuna hangi evrensel bilgilerle işaret edilmiş diye sorgulama yaşadığınızda, gerekli hazırlıkta değilseniz, sınav sonucu size azap verici olabilir… Beş parasız lisan bilmez çırılçıplak halde, Çinli’lerin arasına düşmüş gibi hissedin bakalım bir…

Dostlarım…

Evren içre evrenlerde her ne varsa hepsi kendi boyut ve yapısına göre bilinçli ve hedefi olan, amacı olan bir yaşam içindedir!.

En basitiyle, spermin hedefine ulaşma hareketindeki bilincine bir bakın!. Onda ne tür bir bilinç ve anlayış ve amaç var acaba?

Rahman, yüzbinlerce sperm yaratır, o boyutta; kalemle ulaştırır hedefinin kapısına!... Yüzbinlercesi yarışa çıkar; biri hedefine ulaşır; diğerleri helâk olur!.

Her bir katmanda mevcut birimlerin amacı, bir üst yapıya veya katmana çıkmaktır!. “Fatır”ın programı, böyle açığa çıkartır birimleri.

Her bir birim, kendi derûnundaki (noktasından gelen) hakikatin özellikleriyle, varoluş amacı doğrultusunda yolculuğa koyulur.

Evren içre evrenlerin hakikati olan kuvve (melek), yeraldığı boyuttaki işlevine göre isim alır.

Çoğu zaman, veri tabanına veya şartlanmânâ göre oluşmuş kavramlar dolayısıyla bir kısım kelimelerin gerçekte ihtiva ettiği anlamlardan perdelenir; yanlış fikirlere saplanırsın; bunun hiç de farkında olmazsın!.

Yağmur damlası iki melekle yeryüzüne iner” diyen Rasûlullah’ın işaretini anlayamazsın ilmin olmazsa, saçma bulursun. Yağmur damlası denen suyun, Hidrojen ve Oksijen olarak adını koyduğumuz iki kuvveden (melekten) meydana geldiğini bilmiyorsan!.

Beyin, kendi derûnundan gelen meleki kuvve (?) ile programlanır (fıtrat)…

İşlevi ve geleceği bellidir!.

Yaşamsal devamını sağlamak üzere, daha dördüncü ayda, bizim ruh adını verdiğimiz ışınsal (dalga) bedenini üretmeye ve tüm zihinsel veri tabanını oraya yüklemeye başlar.

İnsan beyni madde olarak algılanan yapıda ulaştığı en mükemmel yapıdır!. Yeryüzünde ondan daha mükemmel ve muhteşem bir yapı yoktur!.

Esmâ mertebesinin, yaşamakta olduğumuz boyuttaki aynasıdır beyin!.

Esmaül hüsna”daki bütün isimlerin işaret ettiği özellikler, kapasitesi kadarıyla beyinde açığa çıkmaktadır.

Beyinle de, ruhu oluşturmaktadır Allah!.

RUH’umdan nefhettim”in anlamı, “esma mertebemizdeki mânâların açığa çıkma özelliğini bahşettik beyne” demektir. Yoksa tanrının ciğerinden gelen hava dudağından üflenmemiştir insanın toprak bedeninin içine!!! Burada “ruh” kelimesi, “bu işin ruhu” veya “Kurân’ın ruhu” tanımlamalarındaki anlamda kullanılmıştır. Dalga (wave) beden anlamına değil!

Esma mertebesi”nden oluşmuş mutlak RUH’un hakikatinden (alâyı illîyin), yani sembolik anlatımla dairenin en üstünden başlayan katmansal algılama, beyinde esfeli safiline inmiş; beynin ürettiği ruh (dalga) bedendeki şuurla da tekrar yaratıldığı noktaya “alayı illiyine” doğru daireyi tamamlamak üzere yolculuğa başlamıştır.

Her insan, bu yolculukta, gidebildiği yere kadar gider, yaratılış amacına göre… Tıpkı spermler gibi…

Dünya düzdür, herşey maddedir, görmediğim şey yoktur. Gökte tanrı vardır yeryüzüne de peygamberlerle fermanname yollamıştır” diye inanan geçmişte boğulmuş kozalıların bunu anlaması elbette imkânsızdır… Çünkü onlar da o basamaklar olarak yaratılmışlardır!.

Fe tebârekallahu ahsenül hâlikiyn!.

Evet, beyin hakkında bir hususa daha dikkatinizi çekip, yazıyı ve de “YENİLEN” isimli bu son yazılardan oluşan kitabımı tamamlamak üzere devam edelim.

Bildiğiniz gibi, beynin içinde görüntü veya ses yoktur!.

Beyin görüntüyü kendisi oluşturur… Sesi de!

Dışarıda gördüğünüzü sandığınız HER ŞEY, gerçekte beynin kendi içinde oluşturduğu şeylerdir. Madde veya mânâ, cin veya melek!. Hangi isimle neyi kastederseniz edin, hepsi de beynin kendi oluşturduğu kendine göre olan suret veya sestir!.

Beyin, biyoelektrikle çalışır biyokimyasal faaliyetlerin oluşturduğu elektriksel sinyal paylaşımı bu faaliyetleri meydana getirir.

Beynin veri tabanının derununda “çok boyutlu tek kare resim” vardır! Burada geçmiş ve gelecek kavramı bulunmaz. Dejavu’nun kökeninde bu derinlikle iletişim yatar. Holografik gerçeklik, bunun temelini anlatır.

Ayrıca beyin, dışardan yani içinde yaşadığımız dalga (wave) âleminden dahi kendisine ulaşan dalgaları, çalışma programına göre değerlendirir.

Siz bu beyinde oluşan görüntü veya sese, ister halüsinasyon deyin, ister hayal, ister gerçek… Sonuçta hepsi aynı tek şeydir. Beynin oluşturduğu görüntüler!

Görüntü ve sesin ardındaki gerçek ise tektir: Algılama ve değerlendirme (Semî-Basîr)!

Kalp” diye tarif edilmiş olan “şuur”, ne kadar kapsamlı ve derinlikli değerlendirme yaparsa, ona göre adı da değişir… “Sır”, “hâfi”, “ahfâ” gibi…

İnsan hissettiği boyutu yaşar…

Beyni olmayan canlılarda açığa çıkan bilinç ise, “Fatır”ın programlamasına göre, oluşunda yer alan amaç ve işlev doğrultusunda, fiiller ortaya koyması şekliyledir…

Spermin veya ceviz ağacı tohumunun nasıl kendi programı varsa “beyin”lerinde… Tohumun neresinde gizliyse program…

Bilgisayardaki software’i (yazılımı) düşünün… Yazılım madde midir, ruh mudur? Ya da nedir? TV’deki görüntüyü ulaştıran dalgaya yüklü görüntüyü düşünün...

Cin denilen görünmez biyolojik bedensizlerin dahi, kendi yapılarını oluşturan boyuttaki “beyin”lerinde gizlidir programları ve bilinçleri… Evrendeki yapıların çoğu da böyledir kanâatimizce...

Beyin, “B” sırrı şuurunu açığa çıkarabilecek kemâliyle, “halife”olmuştur yeryüzünde!... “İNSAN” adı ve vasfıyla…

Görebilene… Değerlendirebilene!..